31 Aralık 2010 Cuma

2010 Ahutubu Ödülleri

Çekoslovak, herkese güzel bir 2011 yılı dilerken, tek kişilik jürisinin kafasına esmesiyle belirlediği, iyiler ve kötülerin karmaşık bir şekilde düzenlendiği AHUTUBU Ödülleri'ni, 2010 yılının son saatinde açıklama bahtiyarlığına erişmiştir. Çalmayınız, çırpmayınız. Her hakkı mahfuzdur.

YILIN ADAMI - Julian Assange
Wikileaks depreminin mimarı Avustralyalı Julian Assange'ı "Online Mesih" filan ilan etmiş değilim. Sitesi sayesinde dünyanın çok daha yaşanabilir bir yer olacağını da sanmıyorum. Sanmıyorum derken, bu internet kıyametinin daha başlangıcı. Çünkü ilerleyen dönemde Wikileaks'in yaptığının çok sönük kalacağı internet devrimleri gerçekleşeceğine eminim. Ama 2010'a baktığımızda adamın cesaretini alkışlamak lazım.

YILIN DÖNEĞİ - Recep Tayyip Erdoğan
RTE'nin çetelesine eklenen kaçıncı döneklik bu, iyi hesaplamak lazım. 11 Eylül'e kadar 'Darbecileri yargılamak için EVET verin' diye yırtınan Bay Başbakan, 13 Eylül'den itibaren bu konuda ettiği tüm lafları unuttu. Alacağını aldıktan sonra bu konuda tek kelime etmedi. İnsan biraz olsun utanır.

YILIN ŞAŞKINI - Kemal Kılıçdaroğlu
Referandumda meydanlarda halktan hayır demesini isteyen CHP Genel Başkanı'nın kendisinin "hayır" diyememesi acıklı bir durumda. Dua etsin, AKP'liler bunu çok dillerine dolamadı. Çok fıkra çıkardı buradan.

YILIN GÖRMEMİŞİ - Yıldırım Demirören
Sportif başarısızlığını örtme içgüdüsü müdür, har vurup harman savurmak mıdır çözemedim ama, şu Tüpçü'nün yaptığı nedir, var mıdır cihanda eşi? Allen Iverson, Guti, Quaresma, ot, b.k bir sürü insan çocuğuna çuvalla para verip hala düze çıkamamak ancak Demirören'in bahtsız kaderinin bir tecellisi olurdu. Bir de gidip 'Turizm Bakanlığı Tanıtım Fonu'na başvurup getirdiği yıldızlar sayesinde Türkiye'nin tanıtımına katkıda bulunduğu için milyonlarca para istemesi yok mu...

YILIN PİSAGORU - Devlet Bahçeli
Geçen yıl MHP'nin 40. yılını kutlarken yaptığı 2009'dan bozma efsanevi 40 yıl hesabından sonra, bu kez de 'Milliyetçi Hareket neden tek başına iktidar olmasın' sorusundan hareketle yeni bir formül geliştirip matematikteki dehasını ispat etti. 'Her ülküdaşına yüklediği görev' oldukça sorumluluk istiyor: Anaokulundan mahalleye kadar 24 tane arkadaşını MHP'ye kazandırmak. İşte o zaman Başbakan Bahçeli oluyormuş. Oturup hesaplamış Pisagor Başbuğ. (Karı gibi meraklıyım, izleyeyim n'oolur diyenler için gelsin: Tıklayıver çekirge)

YILIN EŞŞEĞİ - Fatih Erbakan
Saadet Partisi'nin bir ayda altını üstüne getiren malum değişim esnasında olayı TV ekranlarında "Burası babamın partisi, yürüyün gidin" raddesine taşıyan oğul Erbakan, bana küçük yaşların şu klişesini hatırlattı: Burası senin maallen mi olum, Allaan maallesi! Saadet Padişahlığı'nın hırçın şehzadesinin tripleri, 'eşşek' tanımını hak etti.

YILIN SEVİNCİ - Nevin Yanıt
Barcelona'daki Avrupa Atletizm Şampiyonası'nda 100 metre engellide şampiyonluk kazanan Nevin Yanıt, zafer sonrası çekirge gibi o yana bu yana atlayarak eşi benzeri görülmemiş bir sevinç yaşadı. Sıfırdan çıktığı zirvede tek başına bir mucizeye imza atan Nevin'in müthiş derecesini yayında Caner ile kutlayan bendeniz, Nevin'in "hıncıkı, mıncıkı" diye ağlaya ağlaya yaşadığı sevincini aradan beş gün geçince fark ettim. Bugüne kadar spor alanında gördüğüm en sahici ve içten sevinçlerden biriydi. Öpüldün Nevin.

YILIN KAYBI - Baki Mercimek
Yıllara meydan okuyan üstün yeteneklerine rağmen, en son Karşıyaka'ya kadar düşen büyük topçu Baki Mercimek'in hakkını yiyenleri Allah'a havale ediyoruz. Adamı bir türlü oynatmayarak kendi kuyusunu kazan yeşil-beyazlı camiaya Demirbank 2.lig'de hayırlı günler diler. Baki'ye kulüp mü yok? Duyumlarıma göre Arjantin'den Estudiantes devreye girmiş.

YILIN ŞAKLABANI - Cübbeli Ahmet
Bu adamın medya damarı çatlamış. Adam parlak ekranda çay höpürdetmedikçe rahat etmiyor. Sağolsun, Fatih ve Yiğit biraderleri de canları sıkıldıkça herifçioğlunu buyur ediyorlar. Şaklabanlıktan hidayete, versiyon 2.0.

YILIN ORTASIÇANI - Real Madrid
Büyük Raul gitti, mertlik bozuldu. Florentino alçağının kurduğu Real Madrid, aşağılık Barcelona'dan beş yedi oturdu. Maçı izlemedim tabii. İzleyen milyonların yalancısıyım: Futbol maçı değil, hayli kalabalık bir ortasıçan oyunuymuş.

YILIN TV ÇİÇEĞİ - Balçiçek İlter
Tatlı ablamız Balçiçek İlter, bir yandan mükemmel programlar yaparken, bir taraftan da evini çekip çeviriyor. Kadınları sevmek için önemli bir sebep sağlıyor bizlere. Akıl küpü mübarek.

YILIN TV BOMBASI - TRT
Bir katilin (M.Ali Ağca) TRT'de programa çıkıp kitabının reklamını yapması muhteşem oldu. Habercilik soğukkanlı bir iştir, duygusallığı yoktur. Kabul. Programa çıkarılmasına itirazımız yok zaten. Ama çıkarıp da tek kelime geçmişine dair soru sorulmuyor ve sanki Orhan Pamuk gibi edebiyat röportajı yapılıyorsa, buna ne diyeceğiz? Habercilik mi?

YILIN FISTIĞI - Simge Fıstıkoğlu
Zeytin gözlü sporcu hanım. Giderek daha bi boy pos atıyor.

YILIN YANAN CİĞERİ - Haydarpaşa
2010'un son günlerinde geldi. Güzel yapı Haydarpaşa, İstanbul 2010 Kültür Başkenti'nin reklam filminde boy göstererek afilli başladığı yılı yıkık, dökük ve buruk tamamladı.

YILIN KEYFİ - Galatasaray'ın hali
Galatasaray Kulübü, tarihinin - benim bakış açımdan - geçirdiği 'en parlak' sezonunda mest eyledi sevenlerini. Yi tokatı git evladıııım.

YILIN KAZANCI - Gerçek Orada Bir Yerde (NTV)
Ufuk açmak için bire bir. TV denen kafir icadın günah çıkarıcısı. Not defterlerinizi çıkarın. Pazar 14:00, 23.00, NTV.

YILIN ÇİRKİNİ - Burcu Esmersoy (Kötü tesadüf, yine NTV)
Hasbinallah venığmel vekil. Sabr-ı cemil lütfen.

30 Aralık 2010 Perşembe

Üniversiteliler

Allahım, şu okullar için ne terler akılıtıyor, ne ekonomi dönüyor... İnsan düşünmeyi, analiz etmeyi öğrenmek için gittiği üniversitelerdeki gençlerden, ister istemez biraz daha seviye bekliyor değil mi? Şerif Mardin hocanın önceki hafta Gerçek Orada Bir Yerde programında söylediği gibi: Türkiye'de üniversitelerin yüzde 95'i yüksekokul. Üniversite falan değil.

'Eylem yapanı okuldan atarım. Burası benim okulum' diyen badem bıyıklı, fikir özürlü rektörlerin olduğu üniversiteye ancak böyle üniversite öğrencileri yakışır. Abbas Güçlü'nün Genç Bakış programında zap arasında rastladığım sınıf öğretmenliği 3 sınıf öğrencisi arkadaş, harita metottan yırttığı kağıda yazdığı sorusunu sordu konuk Süheyl Batum'a. Daha doğrusu, soramadı. Kendi yazısından kekele-mekele okumaya çalıştığı soru, 'Türban neden serbest bırakılıyor? CHP niye buna alet oluyor?' mealinde bir soruydu ki; çok önemli bir meseleye 'farklı bir boyut katmanın' heyecanına gark olan ve eli ayağı titreyen arkadaşın imdadına sunucu Güçlü yetişti: Kağıttan okumayın lütfen, aklınızdakini sorun. Öyle bir şey anlaşılmıyor!

Bu arkadaş üniversiteli. Buna eğitim veren hocaları da az buçuk biliyoruz. Ne yapsın kızcağız? Kafayı çevirmekten, neler olup bittiğini anlamaktan, empati yapmaktan aciz. Sürekli dizi izleyicisi ve facebook kullanıcısı olarak yeni nesilleri hazırlayacak yaşama. Başarılar diliyoruz. Aldığı eğitimin bir sürü derdi olması gerekirken, ilk sıkıntısı başkasının okula girip girememesi. Yani, meşhur fıkrada Temel'in derdi gibi: Kürt anasını görmesin!

Yeri geldi, burada sıkıştıralım. Türk televizyon tarihinin en kalburüstü programı Gerçek Orada Bir Yerde, pazar akşamları 23.00'te tekrar yayınıyla ekranlara geliyor. Uzay seviyesi var programda. Üç sıyrık adam; Gündüz Vassaf, Şerif Mardin ve Murat Belge. 2040'ta Türkiye'de ancak ulaşılabilecek seviyeyi yakalamış, takılıyorlar.

Geçtiğimiz gün, öğrenci protestolarından dolayı 'üniversite' kavramı konuşuldu. Müthiş tespitlerin olduğu programda garabet üniversitelerimizin hali ortaya döküldü. Mardin, üniversitenin 'edeb öğrenme yeri' olarak tarif edildiğini söyleyerek olayı özetliyor. Üniversitelerin örgütlenmesinin olmadığından söylüyor. Doktorların, isçilerin herkesin örgütü olduğunu, ancak üniversitelerin tam tersine başına YÖK gibi bir bela sarılarak özgürleşeceği yerde baskı altına alındığını belirtiyor büyük hocamız.

Gündüz Vassaf'ın dikkat çektiği nokta da ilginç: 'Üniversiteler çiftlik gibi. Eylül'de açılıyor. Haziran'da kapanıyor. Bu model bitmeli. Dönemlik bilim mi olur? İletişimi daha fazla kullanmalı ve mutlaka online eğitim geliştirilmeli'.

YÖK kurulduğunda protesto için anında görevi bırakan az sayıdaki akademisyenden biri olan (1995'te üniversiteye geri döndü) Murat Belge ise, 'Düşünün, YÖK 'sözde' Ermeni soykırımını araştırın diye üniversitelere mesaj gönderiyor. Sen kim oluyorsun da benim araştırmamı yönlendiriyorsun diyen çıkmadığı gibi, 'ısmarlandığı üzere' araştırma yapıp YÖK'e gönderen ve yaranan üniversiteler var' diyor.

Yeri gelmişken, Gündüz Hoca'nın dikkat çektiği YÖK Kanunu'nun 4. maddesi, zaten her şeyi özetliyor. Üniversite, özgür ve sorgulayıcı bir eğitim değil, sınırları çizilmiş bir gençlik istiyormuş. Bıyrın efenim:

----
Madde 4 – Yükseköğretimin amacı:
a) Öğrencilerini;
(1) ATATÜRK İnkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı,
(2) Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,
(3) Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu,
(4) Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren,
(5) Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı,
(6) Beden, zihin, ruh, ahlak ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş....

(falan, feşmekan...)
----

YÖK, sen malmışsın. Harbi söylüyorum. Üniversiteler de, öğrencileri de tam senlik, evlere şenlik.

27 Aralık 2010 Pazartesi

İçimde koca bir kent

Ağustos 2009'dan 15 ay sonra doğduğum ama bir türlü doyamadığım deniz esintili sahil kenti Samsun'daydım. Bir kaç aralık günü kaldım orada; şansıma eylül ayından çalınmış günlerdi. Yine de çok dolaşamadan geri döndüm İstanbul'a; yaşam bulamacı sekiz bin yıllık başkente.

İnsan garip bir varlık. Yaşanmışlığın birikintisi ve aradan geçen zaman ilginç bir örgü örüveriyor içine. 'An' esnasında hiç hissiyat oluşturmayan mekanlar, insanlar, duvarlar, sözler ve diğer yaşam parçacıkları, nedense yıllar ve yıllar sonra içi ısıtan birer objeye/tınıya rahatlıkla dönüşebiliyor. Çölde doğan biri, ormanın ortasında çölü özleyebiliyor. Bu, zamanın geri sarılamaz özelliğinin, hatıralarla birlikte insanı sarsmasından kaynaklanıyor büyük oranda. O günler için 'nefret edilesi' ya da 'kurtulunması gereken' birer nesneye dönüşen herşey, nostaljik tadlı hüzün sosuyla bir bilgelik katıyor bireye...

Şimdilerde tanıdıklarımın bir elin parmağına düştüğü, sokaklarında dışarıdan bir ziyaretçi gibi dolaştığım, her caddesinde adım izimin bulunduğu Samsun ile kişisel ilişkim hiç böyle olmadı aslında. 10 yaşındayken bile yaşadığım kenti çok seviyordum. Hiç bir zaman uzağı özlememiştim. Hatta merak dahi etmezdim (İç Anadolu'yu ancak 18'imde görebildim. İstanbul'a ilk geldiğimde 20 yaşındaydım. Akdeniz'e 25'imde, ülke dışını 27 yaşında indim).

Ama mecburdum ayrılmaya Samsun'dan. Bunu biliyordum ve bu konuda tahminlerimin çok dışında bir şey yaşamadım. Üç aşağı beş yukarı planladığım gibi gitti yaşamım şu ana kadar. Şimdi de gelecek için hep Samsun'da bir sahil evinde huysuz bir ihtiyar olarak oturup denize bakarak ve yazarak yaşamımı noktalamak var aklımda. Halikarnas Balıkçısı'nın Bodrum'u, Can Yücel'in Datça'sı varsa, benim de Samsun'um olmalı. Çünkü bir birlikteliğim var bu kentle.

Samsun sokakları köhneden bozma, dar, girift, ama garip bir tezatla aydınlıktı ben bıraktığımda. Hatta son gittiğimde dahi bu izler yerindeydi. Bu kez kenti çok daha yenilenmiş, düzenli ama o eski halini de koruyan bir şekilde buldum. Üstün körü bakıldığında mimari olarak görünür çok şey eklenmiş. Örneğin, Samsun gibi yüzde 70'i eğim üzerine yerleşmiş bir şehir için en basit tabirle 'komik duran' Tramvay gelmiş. Karadenizli usulü. Hiç lüzumu olmayan bu gereksiz hamleyi tutmadı gözüm hiç. Ama sahilin iyiden iyiye şehirle bütünleşmesi ve bulvara kadar tüm ara sokakların güzelce düzenlenip parkelenmesi, Samsun'a neredeyse bir Yunan, İtalyan ya da İspanyol kenti havası vermiş. Güzelliğinin yenice farkına varan ve sergilemeye başlayan bir kadın gibi.

Önümüzdeki yıl Samsun'a bir kaç kez gitme fırsatım olacak sanıyorum. Daha ayrıntılı hikayeler ve fotoğraflarla bu bahsi genişletmeyi isterim. Zaman akıyor. Akan suya arada avuç daldırmakta fayda var.

18 Aralık 2010 Cumartesi

İki minik kitapçık

Uykusuz'da yayınlanıyormuş, bilmiyordum. Fırat Budacı'nın seçme 'Kaç yıl oldu?' cümlelerinden oluşan sevimli bir kitapçık yayınlamış Mürekkep Yayınları. Cep kitabı boyutunda, 7.5 lira.

Gülmekten öldüğümüz gerçekler var içinde. Örnek verelim:

Hidayet Türkoğlu, Angola karşılaşması sonrası 'Allah da yardım etti sağolsun' diyerek samimiyetin sınırlarını zorlayalı 9 yıl,

İbrahim Tatlıses, 'Atatürk bizi düşman eziyetinden kurtardı. O olmasaydı belki de benim ismim şu anda İbrahim Tatlıses değil, Abraham Sweetvoice olacaktı' sözleriyle Zafer Bayramı'nın anlam ve önemini ifade edeli 3 yıl,

Yoksul bir hayatın içinde dünyanın tüm erdemlerini küçücük bünyesinde toplayan, hayatı mücadeleyle geçen Sezercik, ismindeki 'cik' ekinden kurtulunca evinde esrar, kokain ve Kalaşnikof ile basılarak nefis bir ironiye imza atalı 5 yıl,

Erol, 'bir kalem, bir pergel, bir de çikolata alacağım' gibi ilginç bir listeyle bakkaldan içeri girip, lafı 'fiş alın'a getirmeye çalışalı 25 yıl olmuş.

Fazlası kitapta. Fırat Budacı'nın ellerine sağlık.

Bir de 2011 ajandası edindim bugün. Temsili bir ajanda. Yazmak için değil. Irkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı 2011 Ajandası, Metis Yayınları tarafından basılmış bir cep ajandası. İçinde insan hakları ile ilgili temel bilgiler ve yıl boyunca takvime serpiştirilen ihlaller ve yıl dönümleri gibi bilgiler bulunuyor. Güzel bir iş.

17 Aralık 2010 Cuma

Canavar yapılar ve Kuzguncuk

Yapılar canavarlaşıyor. Açgözlülüğün kitabındaki vahşi doğaya uygun bir hızda canavarlaşıyor, hayatımızı çepeçevre sararken... Serpildiğimiz mahalleler, sokaklar, kutu evler otuz yılda yok oluverdi, üzerinden silindir geçmiş gibi. Bıyıklı ve kel, cin bakışlı 'Tırabzonlu mütayitlere' satıldı kutu evler. Yerlerine şekilsiz ve rengi atmış yığınlar dikildi hızla.

Önce evler gitti. Sonra mahalleli. Ardından 'komşu komşu hu huuu'... Çocukların oyunları bitti. Kadınların şenliği, erkeklerin sohbetleri. Çamaşır ipleriyle sarkıtılan hasır bakkal sepetleri de sizlere ömür.

Yerine gelenler ise o günlerin sıcaklığını mumla aratıyor: Selamsız ve dikine asansör yolculukları, riyakâr ve gergin kapıcı/yönetici diyalogları, boş sokaklar...

Kârlılıkta savaş dönemlerinin silah sanayisiyle yarışır hale gelen pervasız inşaat sektörü, önüne gelene vuruyor kepçeyi. "Kentsel Dönüşüm" temposunu buldu, gecekondular dönüşüyor (mu?). Ama bu yetmedi aç pezevenklere. Ali Ağaoğlu'nun başkanlığına oynadığı Aç İnşaatçılar Birliği, muhteşem arazileri gözüne kestirmiş görünüyor.

---

AKP hükümetinin ekonomist beyinlerinin, elleri sıkıştığında 'kaynak yaratma' konusundaki ulvi yeteneklerini zaten biliyoruz. Daha önce 2B arazileri, Allianoi, Boğaz Köprüsü konusundaki vurdumduymazlıları ve son olarak niyetlerini açık ettikleri Haydarpaşa Garı mevzusunun ardından, Bayındırlık Bakanlığı'nın Aç İnşaatçılar ile rant birlikteliğine söz kestiğinin tahmin etmek güç değil.

NTV'deki Yakın Plan programı sayesinde haberim oldu ki, aç inşaatçıların salyalı ağızları Kuzguncuk için şapırdıyor. Mütevazı İstanbul'un el değmemiş kalesi Kuzguncuk'un ortasındaki Ilya'nın Bostanı, arazinin 'sahibi' İstanbul 2. Bölge Vakıflar Müdürlüğü tarafından satışa hazırlanıyor. Bostanda sebze/meyve yetiştiren kiracıya ihtar gelmiş, 2011'de terk-i diyar etmesi için. 'Kiracı' çıkınca ne olacağını biliyorsunuz.

Kuzguncuk halkı ayaklanmış. 1990 ve 2000 yıllarında da devletin satma girişiminde bulunduğu bostanı kurtaran halk, üçüncü intifadada.

Taşları elinize alın. Gidiyoruz. Aç inşaatçıların kafasını yarmaya.

Kahraman Bostan - İmza kampanyası

8 Aralık 2010 Çarşamba

Bu takımı seviyorum

Eğlencem başladı uzaklarda: Kadınlar Avrupa Hentbol Şampiyonası. Danimarka ve Norveç'in ortaklığında yapılan şampiyona, kıtanın en iyi 16 takımını Aralık ayının soğuğunda İskandinavya'da buluşturdu.

Yine Macarlar'ın destekçisiyim. Bu takımı neredeyse 10 yıldır tüm büyük turnuvalarda destekledim ve hep çok sevdim. Şimdiki takıma bakıyorum, yine bir yenilenme sürecinde. Son 10 yılda iki kez köklü değişim geçiren Macaristan kadın hentbol milli takımı, bir türlü dikiş tutturamamıştı. Bu kez takımı daha bir diri gördüm.

Bu akşam Fransa ile oynadıkları maçı izledim. Kızlar, 21-18'lik galibiyetle ikide iki yaparken, son üç şampiyonanın galibi Norveç ile oynayacakları son grup maçı öncesi moral buldu. Ama ilk iki maçında Fransa'yı 33-22, Slovenya'yı ise 32-16 yenerek şov yapan Norveç, müthiş bir kadroya sahip. Şu anda dünyanın en iyi pivotu Heidi Löke ve en iyi kalecilerinden biri Katrine Lunde'ye sahip olmalarının dışında bir kaç yıldır takıma pek gelmeyen Gro Hammerseng de kadroya dönmüş.

Macaristan'ı her zaman - hiç hazzetmediğim bir takım olmasına karşın - futbolun Arjantin'ine benzetirim. Şu açıdan: Macar kadın hentbol takımı, her Dünya Kupası'na favori olarak gelip de hüsran yaşayan Arjantin ile benzeşiyor. Her hentbol şampiyonasına katılan Macaristan'ın kızları, kadrodaki isimlere baktığınızda hep göz kamaştırsa da, sonuçlar pek öyle olmadı. 2000 yılında Avrupa Şampiyonası'nı kazanıp, Sydney'deki olimpiyat finalini Danimarka'ya kaybeden Macaristan, 2003 Dünya Şampiyonası'nda ve bir yıl sonra ev sahipliği yaptığı Avrupa Şampiyonası'nda da kürsüde yer aldı. 1994'te başlayan Avrupa Şampiyonası'nın tamamında, 1957'den itibaren yapılan Dünya Şampiyonası'ndaki 19 mücadelenin 18'inde yer alan Macaristan, olimpiyatta da 6 kez oynadı. Bunların çoğunda final favorisi olarak girdi ama yalnızca iki kez altın (1965 Dünya, 2000 Avrupa) alabildi.

Şampiyonadaki Macaristanımızda kimler var? Büyük ve güzel file bekçimiz Katalin Palinger, süper kanat oyuncumuz Orsolya Verten ve 'zırdeli' Aniko Kovacsicz takımın en deneyimli oyuncuları. Diğerleri yeni alınanlar ve orta tecrübeliler... Anita Görbicz eksikler arasında (Aslında esame listesinde adı görünüyor, ama turnuvada yok).

En önemli yenilik ise kenarda. Çalıştırıcı koltuğunda eskilerden bir yıldız var: Eszter Matefi. 44 yaşındaki Romanya doğumlu Matefi, 1996 Atlanta'da bronz kazanan ekibin üyelerinden biriydi. Şimdi ise yeni hava getirdiği takımıyla Avrupa'nın zirvesini zorluyor.

Haydi bakalım Mighty Magyars.

NOT: Şampiyonayı izlemek isteyen herkes EHF'nin bedava internet televizyonundan faydalanabilir. Turnuvanın tüm maçları www.ehf-euro.com adresinden tertemiz, reklamsız izlenebiliyor. Mis mis...

4 Aralık 2010 Cumartesi

Özel haber

Yeni medyanın baskısı altındaki geleneksel gazetelerin ayakta kalmasının anahtarı, 'özel haber' çalışmalarında. Haberin bu kadar hızlı eskidiği ortamda, 12 saatten başlayan gecikmeyle kitleye ulaşan sayfalarınızda bu dezavantajı ortadan kaldırmanın yolu gündemin analizi ve özel haberlerden geçiyor. İletişim düşünürleri de temel olarak son yıllarda bu noktaya vurgu yapıyorlar zaten.

Gazetelerde sadece 10 yıl öncesine bile özel haberlerin yavanlaştığı bu ortamda 'yeni' Radikal'in gündemin dışına çıkıp boyutuna da çok uygun özel haberlere yönelmesi güzel oldu. Geçen Pazar (28 Kasım) Berrin Karakaş'ın yaptığı İstanbul'daki türdeş gettolar haberi 'EVLERİ AYIRDIK' başlığıyla gazetenin manşeti oldu.

İstanbul'daki kentsel dönüşümde insanların düşüncesine ve yaşantısına göre ayrıştığı ve büyük kentin gettolara ayrıldığını gözler önüne süren haberin spotunda okuduklarımız olayı güzel özetliyordu: "Başakşehir'de türbanlı çocuklar okuldan dönüyor, Ataşehir'de üçgen vücutlar koşuda, genç kızlar dans dersine yetişme derdinde."

Önemli ve şaşırtıcı verilerle dolu bir haber. Günümüzün yabancılaşan toplumunu, 'ortadan yarılmayı', laftan öteye gidemeyen 'birlikte yaşama kültürünü' ve Şerif Mardin hocamızın sözlüğe armayan ettiği 'mahalle baskısı'nı anlamak için iyi bir fırsat.

İyi haberciliğin yüzünün gülmesini istiyorum. Bu örnekler çoğalmalı.

The Books

Gazete ve dergi sayfalarıyla haşır neşir olduğum küçük yaşlarımda kitaplara sinir olurdum. İlkokula henüz başlamadan okumayı çat pat çözmüş biri olarak hep dergiler ön plandaydı benim için: Çünkü resimliydiler. Kitaplar ise sıkıcıydı.

Kitap okumayı alışkanlık haline getirmem lise yıllarımda oldu. Sonra kendi kitaplığımı oluşturmaya başladım. Üniversite ve sonrasında düzenli olarak kitapçı ve sahafa gitmeye başladım. Bir de baktım ki, hiç de fena olmayan bir kültür hazinesine sahip olmuşum. 'Hazine' demek biraz abartılı olabilir, zira ne kitaplıklar gördüm çevremde.

Ama istediğim gibi kitaplar satın alabildiğim ve bunları okuyabildiğim için şanslıyım. Onlara sadece uzaktan bakıyor, ya da okumaya elim gitmiyor olabilirdi. Oysa şimdi iyi bir kitap, beni heyecanlandırmaya yetiyor.

Yeni eve geçtikten sonra IKEA'dan şekilli bir kitaplık aldım. Bir gün oturup tüm kitaplarımı kategorilendirdim ve düzgün bir şekilde yerleştirdim beyaz raflara...

Aldığım kitaplar belli ilgi alanlarına ve yazarlara kümelendiği için hepsini sınıflandırıp öyle yerleştirdim rafa. Bulması daha kolay olsun diye. Kitaplığımın raf ayrımı ve kitap sayıları şöyle:

69 - Spor kültürü
21 - Sınıfsızlar
17 - Yaşantı
37 - Kültür
28 - Edebiyat
22 - Medya-İletişim
10 - Tarih
11 - Samsun
8 - Charles Bukowski
6 - İsrail-Filistin
4 - Eduardo Galeano
(Toplam 233 kitap)

Şeref yoksunları

Domuz futbolcu eskisi Eric Cantona'yı b.kum kadar sevmem. Ama geçen gün bankacılık sistemi üzerine ürettiği yaratıcı fikir yüzünden alkışladım kendisini. Bu yüzsüz meslek erbabını insan etmek için ancak onun önerdiği gibi bir direniş gerekliydi: Herkesin paralarını bankalardan çekmesi. Kredi kartlarını iptal etmesi...

Herkes 'Bravo be!' demesine karşın, öneri pek etkili olmamış galiba. Protesto kültürünün yüksek olduğu Fransa'da bile ancak 16 bin insan katılım göstermiş bu eyleme. Azımsanmayacak bir sayı, ama ders vermek için kesinlikle yeterli değil.

Bu insanlığa hiç bir paha biçilmez (hatta çok gerekli olarak sınıflandırılacak dahi) katkısı olmayan, ukala, açgözlü, üstten bakan ve hayvani bir para/çıkar şehvetiyle dolu sektörün Allah belasını versin. Sözümü geri almıyorum, üstüne basarak yi-ne-li-yo-rum: ALLAH BELANI VERSİN AŞAĞILIK FİNANS SEKTÖRÜ...

Açgözlü faizleri ve verdikleri açıklar nedeniyle devletleri ortada sıçana çeviren bu adiler, nefes alan herkesi 'sağılacak birer inek' olarak görüyorlar. Verdikleri üç kuruş hizmet karşılığında her santimin suyunu sıkıp para sağmanın dışında, basit nezaket kurallarını ve ahlaki nosyonları da hiçe sayarak davranıyorlar.

Benden habersiz, hesabımdaki tüm parayı ELMA hesabı diye uyduruktan bir sanal hesaba aktaran ve bunu bana söylemeyen GARANTİ'ye 'Kardeşim, insan en azından bir sorar. Ne itoğlu itsiniz' diye çıkıştığımda, 'Haklısınız beyfendi, söylememiz lazımdı' diyecek kadar da pişkin olabiliyorlar.

Son günlerde ise FİNANSBANK dadandı telefonuma. Ne laf anlamaz adamlar yahu! Elli kere 'Kredi kartı kullanmayan biriyim' dedim; laf anlatamadım (Bağış Erten'e göre, öyle dediğim için kurtulamıyorum zaten!). Gerekli gereksiz saatlerde defalarca arayıp taciz ediyorlar. Yetmiyormuş gibi bir de eşek yerine koyuyorlar karşıdakini. Şöyle ki: 444 0 900'den gelen telefonu açtığınızda şu cümle karşılıyor sizi: 'İyi günler. Müşteri hizmetleri servisimize hoş geldiniz. Sizi yeni ürünlerimiz hakkında bilgilendirecek olan müşteri hizmetleri bağlıyorum.' Nereden arandığınızı söylemiyor ki, telefonu kapatmayın. Üstüne üstlük bir de beklemeye alıyor. Sanki ben aradım da mecburum müşteri hizmetlerinde keyif yapan arkadaşı beklemeye... Ayı evlatları sizi!

Bankalar bir numaralı düşmanımdır. İlan ediyorum.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Teknoyla dans eden giysiler

Yüksek seste, birbiri ardına sıralanmış rahatsız edici sesler ve ritimlerle dolu, tempolu 'müzükler'. Britney Spears'ın saçma sapan Toxic şarkısının 'gıygıy' altyapısının gırla gittiği 12 koca saat. Bu koşullarda çalışanların beyinlerine acıyorum.

İşyerlerini bir düşünün. Sinema salonları, berberler, marketler... Hangi mağazalar sürekli (ama sürekli, hiç ara vermeden, lanet olası bir işeme arası dahi vermeden dostum!) dünyanın en gerizekalı şarkılarını çalıp müşterisinin beyninin içine s.çar? Bildiniz siz onu.

Giyim sektörüyle son ses tekno/dans/pop müzik arasındaki bağlantıdan bahsediyorum. İki ayda eskiyen yamuk yumuk melodili şarkıların acaba enerjiyi yansıttığı mı düşünülüyor? Gençler enerjik bir biçimde geliyor, basları yüksek vuran Kim Kay'dan Lilali eşliğinde bir kot yerine iki kot mu alıyor?

Hangi işletme müdürünün özürlü beyninden çıktıysa geri çeksin şu her yere yayılan fikrini bir zahmet. Kafamız kazan oldu.

Sinema: Into The Wild

Amerikan sinemasında beni etkileyen son film, galiba American Beauty (1999) idi. Son yıllarda daha çok Avrupa ve Hollywood dışı sinemaya ilgi duymam nedeniyle çok az Amerikan filmi izledim. Son 5 yılda 100 film izlediysem bunların sanırım 20'si ancak Amerikan yapımıdır.

Pek çok klişeyi sinemaya taşısa da, Amerikalıları küçümsüyor değilim. Hala sektörün en saygın isimlerinden çoğu Amerikan film endüstrisi içinde çalışıyor ve iyi işler üretiyor: Dün akşam uyarlama senaryosunu yazıp yönettiği Into The Wild'i izlediğim saygın sinemacı Sean Penn gibi.

Into The Wild, Jon Krakauer'in aynı isimli sarsıcı kitabından uyarlanma müthiş bir gerçek yaşam hikayesi. West Virginia'lı Christopher McCandless'in genç yaşta bağımsız ve bağlantısız bir yaşam için iki yıl süren 'saf yaşam' öyküsü. Karakterin hedefi, filmin başlarında arayışını anlatırken söylediği gibi: Absolute Freedom (Mutlak özgürlük).

Temel hikaye, üniversiteden çok iyi bir dereceyle mezun olduğu 1990 baharında anne-babasının kendisine almak istediği yeni arabayı reddederek başlayan bir öze yolculuk. 24 bin dolarlık birikimi ve banka kartlarını ateşe verdiği sahne gibi kapitalizme sert tokatlar sıralayan sahnelerle dolu filmin, baştan sona sarsılmaz bir çevrecilikle örüldüğünü görüyoruz. Chris'in (ikinci yaşamına kendisinin 70'lerin kült grubundan esinlenerek koyduğu yeni ismiyle Alexander Supertramp'ın) vahşi yaşama giden yolculuğunun Arizona çöllerinden, Los Angeles şehir keşmekeşine ve olayın şekillendiği mucize minibüsün bulunduğu Alaska'ya kadar her planında küresel ısınma ve çevre felaketleriyle ilgili minik veriler ve mesajlar yakalamak mümkün. Sean Penn, bunları muhteşem doğa manzaraları eşliğinde bazen izleyenin canını yakacak şekilde vermiş.

Baba Bush'un Irak'a operasyon gerekçelerini sıraladığı TV konuşması, 15 yıl sonra Penn'in oğul Bush'un canını sıkan Irak ziyaretindeki eleştirisinin devamı gibi. Filmin epik son planı dışında en etkileyici sahne, Alexander'in tek çeyreklik demir para ile ailesini aramaya niyetlendiği anda yan telefon kabininde süresi bitmek üzere olduğunu söyleyerek yalvaran adama elindekini uzatması olsa gerek. Yaşamda sadece beş saniyelik yer tutan bu küçük an, toplamda o kadar hayati bir etki yaratıyor ki, bilemezsiniz.

Into The Wild, çok başarılı uyarlanmış gerçek bir yaşam öyküsü. Oyunculuğuna kimsenin itirazının olmadığı Sean Penn'in kamera arkasında da başarılı olacağının kanıtı.

Notum: 10 üzerinden 8.5

Son anda farkettim: Aldığım DVD'nin diskinin üzerinde kopyalayan elemanın keçeli kalemle yazdığı isim duruyor. Info the Wild. :))

E-yazıt ayrılığı

Belirli bir aralıkla yazmamama rağmen, Çekoslovak'a bu ay neden az giriş yaptığıma dair açıklama yapmak istiyorum. Sebep, ay başında taşıdığım ev.

Bahçeköy'den taşındım ve 5 Kasım itibariyle geçtiğim yeni evde henüz internet bağlantımın olmaması (bina yeni olduğu için telefon hattı aktif değil) internette geçirdiğim günlük saat ortalamasını 8-12'den 1-3'e düşürdü. Dolayısıyla e-yazıt'a birşeyler yazma fırsatı bulamadım. Ev bağlantım - umuyorum - iki hafta içinde yeniden sağlanacak ve Çekoslovak'taki fikir paylaşımımızın yoğunluğu aylık 10-15 giriş seviyesine gelecek.

18 Kasım 2010 Perşembe

İhtiyaç duyulan TV

15 Kasım, gece saat 01:30. Habertürk'ün süper güzeli Simge'nin balta bir arkadaşla yaptığı fazla kakara-kikiri ama 'sıradışı' futbol programı bitmiş, 'zaplayıver çekirge' olmuştum.

TV'nin ilk 10 kanalına kaydettiğim haber televizyonlarının altında benzer bantlar dönüp duruyor: 'İskenderun'da 4.9'luk deprem oldu.' Öylesine bakınırken, tekrar Habertürk'e döndüğümde gördüm ki, Mehmet Ali Kılıçbay program yapıyor! Türkiye'nin en önemli entellektüellerinden biri olan Kılıçbay'a popüler haber yapmayı şiar edinmiş bir ekranın açılmış olması hoşuma gitti. Ha, gecenin bir saati belki, ama Yaşar Nuri Öztürk'ü, Cüppeli Ahmet'i, Ümit Kocasakal'ı ya da Ahmet Maranki'yi görmekten yeğdir. Saati ne olursa olsun...

Üstelik gündüz saatlerinde de NTV'de Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şerif Mardin (böyle bir üçlünün derinliği, herhalde Türkiye'deki başka hiç bir kombinasyonda bulunamaz) yeni bir program başlamışken, bu formatın yükselişe geçmesi çok iyi oldu. 'Aptal kutusunu' bir nebze olsun faydalı işlere ayırsın artık yayıncılar.

Aslında Türkiye'de dinlemeye değer insan sayısı hiç az değil. Sorun ekranlara bin yılda bir çıkartılmalarından kaynaklanıyor. Admlar

Hem NTV'ye, hem Habertürk'e bu programlardan dolayı teşekkürler. Devamı gelsin. Alev Alatlı, Tanıl Bora, Mete Tunçay, Yıldırım Türker de bir program yapsa ne deli olur oysa ki... Rasim Ozan-Ümit Zileli kombinasyonuna ekranını açan Skytürk'e duyurulur.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Kayıp Ahu Özyurt

En son Yiğit 'Baltacan' Bulut ile yaptığı kavganın ardından Bloomberg'e şutlandığını duyduğum, ama uzun bir süredir - devamlı bir TV izleyicisi olmadığım için olsa gerek - izini kaybettiğim başarılı haberci Ahu Özyurt, Habertürk'ten ayrılmış ve bir ara benim de çalıştığım internet sitesi Gazeteport'ta yazmaya başlamış. Kadınların çıkardığı Kuraldışı Dergi'de Berin Yavuzlar'ın Özyurt ile yaptığı röportajdan öğreniyoruz ki, bayağı bir mevzu olmuş ayrılma sürecinde...

Daha önce de belirttiğim üzere, Türkiye'deki en yetenekli kadın haberciler arasında ilk sıraya koyduğum böylesine iyi bir gazetecinin şu an işsiz olması (Gazeteport'a iş falan diyemeyiz), medyamıza küfür etmek için önemli bir gerekçe.

Ahu, çok önemli cümleler söylemiş röportajda; beni şaşırtan bazı görüşlerini de açık etmesinin yanında... Örnek; Çiğdem Anad'a büyük haberci muamelesi yapması, hiç katılmadığım bir görüştür. Ama röportajda 'eline yüzüne bulaştırmanın ağa babası' Yiğit'e yılın lafını söylemiş:

"- Bilmediği bir suda olimpiyat yüzücüsü zannediyor kendisini."

Tez zamanda iş bula ve güzel haberlerini izlete bizlere...

31 Ekim 2010 Pazar

Keyifli bir öneri: Karapiro 2010

Sporseverler için alternatiflerin çok olduğu bir dönemdeyiz. Dünya Voleybol Şampiyonası'ndan Basketbol Euroleague'e kadar hafta içi/hafta sonu bir sürü karşılaşma izleyebilirsiniz. Size kasım ayının ilk haftası için farklı bir önerim olacak: Dünya Kürek Şampiyonası.

Bu yıl kıt'a değiştirdiği için ekim ayı sonuna sarkan şampiyonada, günümüzde bu sporun en büyük isimlerini izleme şansımız olacak. Tek çiftede üst üste beşinci zaferini kendi evinde alarak rekora gitmek isteyen Mahe Drysdale ve önündeki en önemli tehlike olan Çek Ondrej Synek, tarihin en büyük kadın kürekçisi Ekaterina Karsten-Khodatovich, iki tekte Reed/Triggs-Hodge, kadınlar sekiz tekte ABD-Romanya kapışması, şampiyonanın büyük keyif veren yarışları olacak.

Şampiyona, Yeni Zelanda'nın Karapiro Gölü'nde 49 ülkeden 800'ün üzerinde kürekçinin katılımıyla yapılacak. Yukarıdaki harika afişin hakkını verin, bir kaç yarış da olsa mücadeleleri izleyin. Pişman olmayacaksınız.

Eurosport yayın akışı (TSİ)
3 Kasım Salı - 01.00 (Canlı)
4 Kasım Çarşamba - 23:30 (Canlı)
5 Kasım Cuma - 12.00 (banttan)
6 Kasım Cumartesi - 12.00 (bantttan - FİNALLER)
7 Kasım Pazar - 13.00 (banttan - FİNALLER)

Mel'un yüzün parladığı bir patron siması

"Satılacak dedim, satılacak..."

Meymenetsiz suratıyla yüzümüze sümkürüyor bu cümleyi 'Modern Kastelli' Ali Ağaoğlu (*). Dikine yükselen yaşam alanlarını kendisi pazarlayan samimi bir 'mütayit' görüntüsü vermeye çalışıyor. Patavatsız ve sattıran reklam filmlerinin tanrısı Sinan Çetin ile enseye şaplak tanıtımlar çekmişler, eğleniyorlar ekranda. Samimiyet pozu vermeye çalışan, ama tamamen terse bir zengin züppeliği imajından öteye geçmiyor reklam filmi.

Ali Ağaoğlu, bir dönem zenginliği hoyratsızca yüze vurmanın ayıp sayıldığı bu ülkede, parasıyla har vurup harman savurduğu gibi, pis bir söylev çekiyor müşterilerine: 'Bu ülkede herkes bahçeli, güzel, villada gibi bir evde yaşamayı hak ediyor!'

Yok yaa! Vay benim insanlara şefkat dağıtan yardımseverim? Herkes hak ediyorsa, sevaba gir de, belli bir gelirin altındakilere 10 birim fiyat yerine 7 birim fiyata ver o zaman? Beyaz binaların yeşillikte semaya uzadığı reklam filmlerinde boş laf ebeliği yapmak kolay!

Bir önerim var. Modernitenin değiştirdiği yaşamımızı, reklam ekranlarından okuyalım. 20 yıl önce ağırlıkla neler vardı reklam filmlerinde? Ailevi basit tüketim araçları: Mintax, Ace, Ülker, Ona Ayçiçek... 10 yıl önce neler vardı? Otomobiller ve bankalar. Reklam kuşakları dönen lastiklerden ve kredi kartlarından geçilmiyordu. Şimdi? Konut ve morgage reklamları.

Peki bu sadece 'görece' zenginleştiğimizin mi bir yansıması? Yoksa düşüncesiz bir kapitalizm pompalaması mı? ABD'nin 10 yıl önce yaşadığı bu süreçteki korkutucu 'mortgage intiharları' ne olacak? Herkese sırtlanması çok kolay bir şey sunulan binlerce liralık yıllara yayılan ödeme, nasıl zorunluluğa dönüştürülüyor?

Sonra? Sonrasında Ağaoğlu Patron buyuruyor: 'Bu ülkede herkes lüks evde yaşamayı hak ediyor!'...

Kapitalizmin mel'un yüzünün bu derece parladığı 'patron siması' görmemiştim. 'Herkes hak ediyor' derken yüzündeki sinsi gülüşe dikkat edin Ali Ağaoğlu'nun. Anlayacaksınız ne dediğimi.

---
(*) Son dönemin hızlı yükselen müteahhitlerinden. Kendisine ait şirket sitesi Mylife'ta 'Ali Ağaoğlu 1.2 milyon değerinde 2 lüks araba aldı' haberini manşet yaptıracak kadar görgüsüzleşebilen bir insanoğlu. Sıfat bulmakta zorlanıyorum.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Radikal'in yeni hâli

Radikal'in en eski okurlarından biriyim. Gazetenin ilk sayısı çıktığı 1996'da sürekli Yeni Yüzyıl alırdım. Dinç Bilgin'in çıkardığı Yeni Yüzyıl daha iyiydi. Buna rağmen pazarları hem Yeni Yüzyıl, hem Radikal aldığım çok olurdu. Sonra giderek Yeni Yüzyıl'ın sayfaları azaldı, Radikal'in sayfaları arttı, ekleri güzelleşti.

Mine K. malına rağmen almaya devam ettim. Bugün, insanların Radikal'e verdiği toplam paranın çetelesi tutulmuş olsaydı bir yerlerde, kesin ilk bin içinde yer alırım. Gazeteye pek para vermediğim son 5 yıl içinde ara ara da olsa bayiden gidip aldığım tek gazete belki de (galiba bir iki kere Taraf da aldım) Radikal'di.

Hıncal Uluç'un da hemen fikir beyan edip beğenmediğini buyurdukları yeni boy Radikal, getirdiği bu yenilikle belli avantajlara ve dezavantajlara sahip oldu teknik açıdan. Ama avantajları ve artıları daha fazla...

Öncelikle gazeteyi saklamak isteyenler için yeni Radikal çok ideal. Hamur olmadan, gayet düzgün bir şekilde saklayabiliyorsunuz. Yıllarca Radikal İki'leri biriktirmiş, sonra katlanma yerlerinde paçavraya döndüğünü görünce 'ne de olsa internette var' hayvanlığına sığınarak atmış olan ben, artık her pazar gazeteyi alıp bu eşsiz velinimeti (Radikal İki) arşivlemeye başlayabilirim.

The Independent boyutlu Radikal, dergi mantığına dayalı yeni tarzıyla haberlere derinlemesine girip, muhabiri ve görsel işçiliği ön plana çıkarabiliyor. Bu, gazetenin yaptığı işi göstermesi açısından büyük bir avantaj.

Yeni Radikal'in karnesindeki en büyük eksi Burcu Esmersoy. Her taşın altından 'ceeee' diye çıkmaya pek meraklı yeteneksiz sipiker kardeşimiz, yine allem edip, kullem edip Radikal'e de girmiş. Aferim. B.k vardı burada, gel sen de gel. Mevlana'yız biz.

21 Ekim 2010 Perşembe

Özel Sayı buna denir

Tenis Dünyası dergisi olarak biz de önümüzdeki ay çıkacak bir 'özel sayı' hazırlıyoruz, ama bunu görünce çabalarımızın beyhude olduğunu gördüm. Buz hokeyinin en saygın yayın organı The Hockey News, 'Greatest Jerseys of All Time - Tüm zamanların en iyi formaları' özel sayısı çıkardı. Aklınız başınızdan uçar.

7.99 dolardan satışa çıkan dergi, 162 sayfalık muhteşem bir koleksiyon sayısı... süveterlerden bugünkü formalara geçiş, unutulmaz formalar, Original Six'in tarihi formalarının hikayesi, en çok forma giyenler, kaleci formaları, milli takım formaları, NHL forması giyen ünlüler gibi harika bir içerikle amcamlar resmen ansiklopedi yapmışlar. Utanmadan bir de 7.99'a satıyor kafirler!

1947'den bu yana çıkan ve günümüzde - çoğunluğu Kanada'da olmak üzere - 100 binin üzerinde satan THN özel sayısında en çok hoşuma giden bölümlerden biri de 12 ayrı NHL takımının formasını giyerek rekor kıran 'The Journeyman' Mike Sillinger ile ilgili. 17 yıllık NHL kariyerinde 12 takımın formasını giyen Sillinger, ayrıca AHL'de iki, Avusturya Ligi'nde de EC Viyana formaları giymiş. Eh, bir Ziya Doğan'ın Konyaspor'una gelmediği kalmış!

Efsane iş yapmış THN. Tebrik ederiz.

19 Ekim 2010 Salı

Dil ve merak

Günlük yaşamda kullandığımız kelimelerin nasıl yazıldığını merak ediyor muyuz hiç? Anlamsal açıdan yanlış yapıp yapmadığımızı kontrol ediyor muyuz? Ya da Türkçe dışı kelimelere ne gibi karşılık öneriliyor, buna bakıyor muyuz?

Yazıyla işi olanlar için bu bir zorunluluk olmalı. Ama bunu alışkanlık haline getiren çok az meslektaşım olduğunu sanıyorum. Maalesef.

TDK'nın kelime arama sayfasına 2006'nın eylül ayından itibaren 42 milyon 360 bin kez başvurulmuş. Günlük 28 binin biraz üzerinde bir ortalamaya karşılık geliyor bu rakam.

Merakımız az, hem de çok az. Herşeyi bildiğimiz şekliyle doğru kabul ediyoruz.

Karakterler: Çaycı Ahmet Abi

'Gecekondu' isimli TV programını kotaran kel, şişe kafalı tiyatrocunun sıkıntılı yüz ifadesine bürünmüş haliydi Ahmet Abi. Sürekli sıkıntılı bir yüz düşünün. Gün boyu. Arada bir espriye gülünen üç saniye dışında çizgilerle dolu yüzündeki sıkıntı daim.

Onu tanıdığım 1993-95 yıllarında 40 yaşlarındaydı Ahmet Abi. Futbol maçları izlemek için sıklıkla gittiğimiz çay ocağını işletiyordu. Beşiktaş'ta Madida, Fener'de Wagenhaus oynarken, maçlar da Show TV'de yayınlanırken mahalle arasında 'futbol ve çay' satarak geçimini sağlıyordu. Sade ve üzerinde durulmayacak kadar sıradan bir hayatı vardı, ki bu açıdan The Man Who Wasn't There filmindeki muhteşem berbere (Billy Bob Thornton) benziyordu. Yaşamında - en azından o günler için - sadece "çay, ucuz Maltepe sigarası, televizyon, sıkıntı ve borç-harç" vardı. Her akşam evine gün boyu biriktirdiği sıkıntıyla gittiği apaçıktı. Her sabah ise yeni sıkıntılar biriktirmek ve bunları beşer dakika arayla içtiği katranlı Maltepe sigarasıyla pekiştirmek için dükkanı açıyordu.

Bir gün sıkıntısı daha da arttı. Maçlara şifre girmişti. Cine5 diye bir nane çıkmıştı. Küfür etti içinden. Sigaradan çektiği fırtları, bir yazarın düşünce nöbeti esnasında yaptığı gibi sakince çekti. Bıraktı dumanı. Başı, yangının ortasında kalmış ağaç gibi sisle kaplandı...

Parası yoktu. Çaresiz borç harç yaptı, Cine5'i taktırdı. Çayın fiyatını artırdı. Maç için ayrıca para da alıyordu. Ama yetmedi. Bir yıla kadar dükkanı devretti.

Çay ocağına sürekli gelen alt, ultra-alt sınıftan insanlar, işsizler, okul terk vasıfsız gençler için bir kültür hizmeti sunmayı düşünmüştü elbet. Ama her gün gazete alıyordu ve taburelerin yanında, üzerinde kül tablası ve şekerlik duran sehpalara serpiştiriyordu. Gazeteler Bugün, Ateş, Akşam, Fotomaç, Spor ve hatırlayabildiğim kadarıyla Hürriyet'ti.

Ama nedense Ahmet Abi denince, hep aklıma Ateş gazetesi geliyor. Ben daha o yaşımda gülüp geçiyordum haberlerine bu komik gazetenin. Ama o önemsiyordu. 'Kıçına mı girdi Yunan?', 'Tansu Kadın fasulye', 'Erbakan Hoca, göl nerde de maya çalacaksın?' kabilinden eğlendirici başlıkları, basit bir insan olan çaycı Ahmet Abimiz'in hoşuna gidiyordu. Bir gün 'Abi Ateş gazetesini niye her gün alıyorsun? Sence neyi iyi bu gazetenin? Sporu bile bi sayfa' dediğimizde şöyle demişti: 'Seviyorum kardeşim ben bu gasteyi. Dobra dobra yazıyor. Herşeyi yazıyor. Korkmuyor. Dobra gaste'.

Bir yıl ne yaptı bilmiyorum. İhtimal ki, boş gezip, bir kamyon sigara içti. Aradan bir yıl geçtikten sonra bir pasajın merdiven altında, kısıtlı esnafa hizmet veren çay ocağı açtı. Orada sessiz ve sıkıntı dolu yaşam defterine birbirinin benzeri günler, günler eklemeyi sürdürdü. Ben Samsun'dan ayrılınca, bağlantım da koptu Ahmet Abi'yle.

Yıllar içinde zaman zaman Cine5 logosu gördüğümde, önüme kötü bir bulvar gazetesi okuyan adam düştüğünde aklıma geldi. Gülümseyerek hatırladım kendisini. İlk darbeyi Cine5, son darbeyi de muhtemelen "kapalı alanda sigara içmeme yasağı" vurdu Çaycı Ahmet'e. Uzaklaştı gitti yaşamdan...

(*) 'KARAKTERLER', gerçek yaşamda tanıdığım enteresan film karakteri tipli insanlara adanmıştır.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Sansasyon yaratma sanatı


Almanya'nın 3-0 kazandığı Türkiye maçı üzerinden medyaya çok ekmek çıktı. Maç bitti. Hala Mesut'tan ekmek yeniyor.

Almanya'nın saygın gazetelerinden Die Welt'te (Pazar edisyonu Welt am Sonntag) maçın iki gün sonrasında manşetten bir foto anons vardı. Soyunma odasına inen Mesut'un çıplak bir şekilde Başbakan Angela Merkel ile el sıkıştığı anın karesi, çarpıcı bir şekilde kullanılmıştı sayfanın üst bölümünde. Mesut'un biraz mahcup göründüğü fotoğrafın kenarında şöyle bir not:

Almanya'nın göçmen zaferi: Angela Merkel, 3-0'lık Türkiye galibiyetinden sonra Mesut Özil'i kutladı. Ayrıntılar sayfa 19'da.

Bitti abicim. Budur. Fotoğraf gayet yalın zaten. Yavşatmanın alemi yok değil mi? Ama Türk medyasında aynı resmin nasıl kullanılacağını tahmin ediyor musunuz?

Merkel'e vücut (ç)alımı (Hürriyet)
Çıplak Kral (Habertürk)
Merkel'in önünde soyundular (Takvim)
Utanmazlar (Vakit)
Gel şansölyem (Şok)

(*) Türk medyası başlıkları tahmini ve hayalidir. Aman diyim, coşmayın... :)

İsrailli kardeşlerden...

David Ben Gurion'un 1948'de İsrail'in bağımsızlık bildirgesini okuduğu noktada 10 Ekim günü toplanan İsrailli barış gönüllüleri, akademisyenler ve aydınlar, giderek politikalarında ırkçılık dozunu artıran ve aşırı sağa kayan ülke yönetimine bayrak açtı. Aralarında Öteki İsrail ve Gush Shalom'un da olduğu pek çok sivil toplum kuruluşu, Yahudi olmayan İsrail vatandaşları için imzalatılacak 'Bağlılık yemini' belgesinin meclisten geçmesi üzerine Tel Aviv'de bir araya geldi. Dışişleri Bakanı Avigdor orospu çocuğunun seçim vaatlerinden biri olan bu yasa, kabinede 8'e karşı 22 oyla kabul edildi. Sırada parlamento var...

İsrailli barış yanlısı kardeşlerimizin kısa basın açıklamasının metni şöyle:

A state which forcibly invades the hallowed realm of the individual citizen's conscience, and which imposes punishment on those whose opinions and beliefs do not fit the authorities' opinions and the prescribed "character" of the state, stops being a democracy and embarks on becoming a fascist state.

Behind these stairs where we stand, the state of Israel was proclaimed. The state which increasingly takes Israel's place – a state which fills the country with a variety of racist legislation, promoted by the Knesset and the cabinet – is excluding itself from the family of democratic nations. Therefore we, citizens of the Israel envisaged in the Declaration of Independence, hereby declare that will not be citizens of a country purporting to be Israel and which violates its basic commitment to the principles of equality, civil liberty and sincere aspiration for peace – principles upon which the State of Israel was founded.

"Vatandaşlarının vicdanındaki kutsal toprakları zorla işgal eden ve merkezi otoriteyle uyuşmayan fikirleri cezalandıran ve bunu 'karakteristik' olarak tanımlayan bir ülke, demokrasi olmaktan çok faşist bir ülkeye dönüşür.

Bugün, İsrail devletinin beyan edildiği noktada duruyoruz. Bugün İsrail'in yerini alan devlet - Ki Knesset ile hükümetin çeşitli faşist yasalarıyla kendisini donatmıştır - kendisini demokratik ülkeler ailesinden ihraç etmektedir. Bizler, Bağımsızlık Deklerasyonu'nda öngörülen İsrail'in vatandaşları, eşitlik, sivil haklar ve samimi barış talebinin temel kurallarını dahi ihlal eden İsrail'e ait olmadığımızı açıklıyoruz."

Yasa ile ilgili ayrıntılı haberler için bkz:
http://www.ntvmsnbc.com/id/25139739/
http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-11510765

9 Ekim 2010 Cumartesi

Nostaljinin derinliklerinde


Hiç bir zaman mevzusu eksik olmayan futbolcu-artist birlikteliklerinin ilk örneklerinden. Kupür, 1967'nin 11 Kasım günü Hürriyet'ten...

8 Ekim 2010 Cuma

Lütfedici Devlet

Yasaklamak, el çektirmek, taş koymak ve ayrım yapmak... Bu ülkede baskın olanın (gücün/iktidarın/otoritenin) belirleyici özelliği. Her zaman gücünün nişanesi olarak bir şekilde karşıdakine hissettirilmiş. İktidar muhalefete; yönetici çalışanına, öğretmen öğrencisine, ustabaşı çırağına, subay astsubaya. En basit toplumsal birliktelikte bile bu kültürün etkisini görebilmek mümkün.

Devletin kendine has üslubunu yaratarak yıllarca mantık dışı uygulamalar ve yasaklarla pekiştirerek kangrene çevirdiği başörtüsü, Alevi ve Kürt sorunları, bugün toplumun başbelası oldu. Bu sorunlardan nemalananlar, olayın özünü sorgulamadıkları için, gidilen yol arpa boyu dahi olmadı.

Üç konu üzerine söyleyeceklerim var:

BAŞÖRTÜSÜ: Gazetelerin 'örtü bağlama kılavuzları'na kadar uzanan bu sulu tartışmada, sorunun çözümünden çok siyasetçilerin peşrevini izliyoruz günlerdir.

İnsanlar bir şeyi unutuyor galiba. Bu durum, 1980'lerde askeri faşizmin durduk yerde yarattığı bir sorun. Günümüzde ise sanki olmayan bir hak veriliyormuş gibi konuşmalar yapılmıyor mu, delirmemek elde değil. Yasağa zemin oluşturmak için ortaya atılan ve ancak bu temelsiz tartışmaya yakışacak kadar şekilci 'türban-başörtüsü' ayrımı da, günümüzde argümana dönüşmüş durumda. Pardon ama, Nur Serter mi karar verecek, kimin nasıl, ne şekilde örtüneceğine? Ya da örtünmeyeceğine? Saçı açıkların saç boyasına, kesimine karışmak gibi bir şey bu.

İkinci bir mevzu; sanki haklar kademe kademe de, mevzi kaybetmeme yarışı var. Bir takım yasakçılar şu çizgide: Okusunlar, ama kamuda görev almalarına karşıyız. Yani şu: Hooop. Bu oyunda Level 1 ve 2 peş peşe atlanamaz. Bu insanların okullara girmesine izin verilip de nerede olursa olsun, gerekliliklerini yerine getirdikleri koşullarda (tabii ki başörtülü diye pozitif ayrımcılık yapılmadan, burası önemli) çalışma hakları ellerinden alınırsa SORUN ÇÖZÜLMÜŞ OLMAZ. Eğitim hakkı gibi, eşit koşullarda iken çalışma hakkının da gasp edilmesinin günah tartısında ağırlık farkı yoktur.

'Başörtülü bir kamu görevlisi kendine yakın gördüğü insanlara daha iyi hizmet verir, başkasına aynı değeri vermez' kaygısı, üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken bir nokta. Ama yasak için bir gerekçe değil. Ayrıca cinsiyetçi bir durum var ortada: Madem başörtüsünden niyet okunup saf belirleniyor, aynı paranoyak süzme bakışla pekala badem bıyık abiden, top sakallı müdürden de çıkarımlar yapabiliriz? Başörtülüler kadın diye mi kolayca seçilip temizlenebiliyor? O zaman bıyığa bakıp Fetullahçıları da atalım kamu dairelerinden? Simgeler konuşsun. Sarkık bıyıklar, bıyıksızlar, mini etekliler, uzun kollular... Her birinden birer sınıf yaratalım. Kıçlarına yapıştıralım etiketlerini. Herkes sınıfında olandan hizmet alsın.

ALEVİLER: Hangi mantıkla Alevi çocuklarına (bırakın sadece Alevileri, talep etmeyen tüm bireylere) din dersi verilir anlamak mümkün değil. Cevap için bakınız; yine karşımızda 1980 darbesi. Darbe öncesinde seçmeli olan din dersi, o dönemde alınan kararla tüm okullarda zorunlu oldu.

Din dersinin zorunlu okutulması kadar absürd bir durum olamaz. 10 yaşındaki Alevi ailede yetişmiş bir çocuğun, arkadaşları önünde Sübhaneke okumaya zorlanması kadar baskıcı bir tavır olabilir mi? Bu 19. yüzyıl zorbalığından başka bir şey hatırlatmıyor bana.

İşte AKP iktidarının samimiyet sorgulamasında fosladığı yer, tam da burada ortaya çıkıyor. 'Alevilerin haklarını veriyoruz' diyorsunuz. Alevi çocuklarına zorla 'sünni öğretiyi' dayıyorsun. Cemevine ibadethane statüsü vermiyorsun. Bu ne perhiz? Tıpkı YÖK ve dokunulmazlıklar konusundaki ikiyüzlülüğü gibi sırıtıyor suratlarında AKP'lilerin. Pis pis.

KÜRTLER: Tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi yine 'gıdım gıdım hak teslimatı' yapılan bir mecra daha. Bugüne kadar resmi dilde aşağılandıkları yetmediği gibi, kimilerinin gözünde şimdi de talepleri yükseldiği için suçlular. Her iki kanattaki '-çüler' in gazabında kalan 20 milyonluk kitle, ait olduğu kimlik yüzünden hala ötekileştirmeye maruz kalıyor.

TRT Şeş, bir yılı aşkın bir süredir Kürtçe yayın yapıyor. Var mı itirazı olan? Ama üç yıl öncenin gazetelerini açın, bu konudaki ahkamları okuyun. Anadilde eğitim ve tüm diğer kültürel haklar verilmeden, bu sorunu rafa kaldırmak imkansız. Gelgelelim yıllarca nefret tohumlarının bol hasat verdiği toprakları nadasa bırakmak kimsenin işine gelmiyor.

Kolay bir şey değil kemikleşen Kürt sorununu yumuşatıp çözebilmek. Ama ilerlemek ve çözüme ulaşmak için başlamak, bunun için de iyiniyet gerekiyor. Daha o iyiniyeti göstermekte dahi yazının başında bahsettiğim 'lütufkar' tavra bürünülüyorsa, daha çok patinaj yapar bu araba.

Yüce devletimiz lütfediyor, sorunlarımızı minik parçalara ufalayıp, tek tek atıyor ağzımıza hazmedelim diye. Maazallah. Vandal milletiz ya, sindiremeyiz bu kadar demokrasiyi.

Kürekçi


Perşembe günü kürekteydik. Dehşetli bir şekilde sevdiğim bu muhteşem sporda Eurosport'tan arkadaşım Gürsoy Ercan ile birlikte ihtisas yapmaya karar verdik!

İlk dersimizde daha çok balansta durma ve temel kürek çekişi yaptık. Muhteşem manzarasıyla dünyanın en iyi doğal kürek parkuru olduğunu her zaman iddia ettiğim Haliç'te, yıllarca 4 tek ve 4 çifte de Türkiye şampiyonluğu kazanmış Bora-Burak isimli tekneyle açıldık Haliç'e. Serdar Hoca, hamla'da, ben 2'de, Gürsoy 3'te oturdu.

Yağmur altında bir saat çektiğimiz ilk kürek dersi çok zevkli geçti. Bundan böyle kafir parkurlar benden korksun.

Bu arada yağmur yağarken üzerimizdeki kapşonluların sırıksıklam olup üzerimize yapışmasıyla keklik gibi de olduk heee. Ben de takım elbise giymişim gibi çıkmışım. Yok abi, takım elbise değil o.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Ver oradan Aslan pirzola...

Kasımpaşa'daydım hafta sonu. Gürsoy ile kürek kulübünü görmeye gittik. Yazıldık. Sonra meydanda pide yerken, tam karşımızda duran lokantanın logosu dikkatimizi çekti. Yerlere yattık. İçeriye gidip menüye bakmadık. Ama Aslan pirzola, Adnan bayıldı, Hagi-yatmaz köftesi uyar ancak buna!

Jovanovskiler

Bugün öğleden sonra yayındaydım. Pekin'deki Çin Açık'ta iki Sırp raket Jelena Jankovic ile Bojana Jovanovski'nin maçını anlattım. İstanbul'da elemede gördüğüm ve pek bir şeye benzemeyen 18 yaşındaki Jovanovski, ülkesinin en iyi raketini 4-6, 6-2, 6-2 ile devirip üçüncü tura çıktı. Şu anda 96 numarada bulunan genç kız, eğer Jankovic'i paçavraya çeviren backhand'ini hep böyle kullanacaksa, ilk 20'ye bile girer.

Maçı anlatırken, Jovanovski soyadından kıllandım. Maç notlarıma baktım, babası Zoran eski bir futbolcu yazıyor. Önümdeki bilgisayardan bi arattım ki, adam 2002-03'te şanlı Samsunsporumuz'da oynayan balta Jovanovski. Makedonya'da çok yaygın bir soyad olan Jovanovski faka bastırmasın bizi diye inceledim. Başka Zoran Jovanovski yok, futbolcu olan.

Reklam arasında M-Taha'ya dedim ki, 'Oğlum, böyleyken böyle'... 'Haa, şu CSKA Sofya'nın antrenörü olan Samsunlu futbolcuyu diyorsun herhalde' diyiverdi. Nasıl lan? Doğru, bir Jovanovski daha vardı. O da Gjorgje (Corce) Jovanovski, 1986-89 arası Samsunspor'da oynadı. Sonra da Zoran Samsun'da top koştururken, kırmızı-beyaz-siyahlıların teknik direktörlüğünü yapan Jovanovski de Gjordje idi.

İnsan dediğin bir seyyah. Vay gidi yıllar...

Yüksek kapasite

FIBA 2010 Dünya Şampiyonası'nı düzenlediğimiz haftalarda ben Amerika Açık ile uğraştığım için şampiyonayı pek takip edemedim. 20 günde izleyebildiğim tek maç gruptaki Türkiye-Yunanistan mücadelesi oldu. Ama şampiyona genelinde şöyle 10-20 dakikalık bölmelerle izlediğim maçlarda özellikle İzmir, Kayseri ve Ankara'da ciddi seyirci sorunu yaşandığını gördüm. Bu konuda da bir kaç yorum okumuştum gazetelerde...

Uluslararası Hentbol Federasyonu, 2013 Dünya Şampiyonası'nın ev sahiplerini 2 Ekim'de açıkladı ve şampiyonayı erkeklerde İspanya'ya, kadınlarda ise Sırbistan'a verdi. İspanya'nın 2013'ün ocak ayında ev sahipliği yapacağı şampiyonanın salonlar ve kapasitelerine bakınız:

Barcelona (Palau Sant Jordi, capacity: 16,500)
Ciudad Real (Quichote Arena, 5,963)
Granollers (Granollers Sport Complex, 5,685)
Madrid (Madrid Arena, 9,894)
Madrid (Community of Madrid Sport Complex, 14,500)
Malaga (Martin Carpena Sport Complex, 12,000)
Sevilla (San Pablo Sport Complex, 9,500)
Valladolid (Pisuerga Sport Pavilion, 6,500)
Zaragoza (Principe Felipe Pavilion, 11,000)

Delirmiş bunlar. 9 salonun toplam kapasitesi 91 bin. Şampiyona tarihinin 2007 Almanya'dan sonra en geniş kapasiteli turnuvası. Yarışır mı, merakımı celbetti doğrusu. İspanya, son dönemlerde spor seyircisi konusunda Almanya'ya en ciddi rakip olan ülke. Hentbolu sevme konusunda da bu iki ülkenin benzeştiğini söyleyebiliriz.

Kadınlarda turnuvanın ev sahipliğini yapacak Sırbistan, Belgrad, Novi Sad, Vrsac ve Niş'te maçları oynatacak ve final maçı 19 bin kişilik Beogradska Arena'da.

Geçen yıl Lanxess Arena'da oynanan 20 bin kişilik Şampiyonlar Ligi finalinden sonra anlaşılan IHF'ye de güven gelmiş. (İyi de birader, orası Köln. Spor diyine 'çamur adam dövüştürsen' izletirsin.)

30 Eylül 2010 Perşembe

Dil meseleleri

Dil, kültürün taşıyıcısı. İfadenin dışavurumu. Sanatın, yaratıcılığın, diyaloğun, fikrin kilidi. Üzerine düşündüğünüzde görüyorsunuz ki; dil, yükselişin zorunluluğu.

Türkçe, keyifli bir dil. Arapça, Farça, Fransızca ile etkileşen ama kendi fikrini yaratan, büyük yazarlar çıkarmış bir dil. Güzel bir fonetiği var. Ya da bize öyle geliyor, yaşıyoruz diye...

Son zamanlarda akıllara ziyan hatalar gördükçe Türkçe'nin nasıl öğretildiği ve nasıl uygulandığı konusunda daha sık kafa yormaya başladım. Galiba, bunun ilk sebebi, okuma Türkçesi yaygınlığı/ekran Türkçesi yaygınlığı... Yani 1/10 gibi bir oran. Edebi veya editoryal eser okumayan (gazete okuyoruz ya, mal mısın?), reklamlardan ve dizilerden kelime koparan 15-30 yaş grubunun devingen sokak Türkçesi, kullandığımız dilin kanseri olmuş durumda.

Dil, yaşayan bir oluşum. Bu yeni kültürel etkilerin 'eksi' katkıları olacaktır. Belki de biraz olmalıdır. Ona da itirazım yok. Beni üzen, yazı Türkçemizin korkunç hale gelmesi. En basit kuralları dahi bilmeden, basit kelimeleri dahi yanlış yazarak faciayı görünür hale sokmamız. Gazetelerde her gün onlarca yazım/kelime seçimi hatası yapılıyor. Ama reklam tabelalarında nasıl yapılır, anlamıyorum. Pilot kalemle yazılan bir şey değil ki bu? 10 günde hazırlanıyor? Nasıl harf unutulur? Nasıl imla kılavuzuna bakılmıyor? Bırakın da dolaysız söyleyelim: Kör müsünüz be kardeşim!

Mecidiyeköy'de bir iş hanının beşinci katında 10 metrelik pankart:
SİVASLILAR DERNEĞİN'DEKİ GECEYE DAVETLİSİNİZ
İzmir-Gaziemir'de bir köftecinin tabelası. hem ismi var, hem internet adresi: (Not etmemişim, tam aklımda değil ama şöyle birşey)
FÜZYON KÖFTE www.füyonköfte.com
Balmumcu'dan Ortaköy'e inerken yol tabelası:
Barboros

TRT'nin spor yayıncılığı

TRT'nin pazar günkü spor programlarını hasretle beklediğimiz günler yıllar, yıllar öncesinde kaldı. TRT3'te her pazar akşamı 22:30 gibi başlayan Spor Stüdyosu'nun jeneriği girdiğinde not kağıtlarımı hazırlardım. Sonrasında Levent Özçelik çıkar, okurdu haberleri... Peşinden bantlar birer birer akardı ve haftanın tüm spor haberlerini yutardık bir saatte. Sonra iple bir sonraki pazarı çekerdim.

TRT, hantal vücudunu kaldıramadığı ve özel televizyonların pişmiş aşa su kattığı son 15 yılda çok değişti. Elindekileri ve 'özel' konumunu kaybetmesinin yanında, futbol konusundaki daha uzağı işeme yarışına dahil oldu. İşeyemedi. Hırslı yeni Genel Müdür İbrahim Şahin ise, midesi boyutunca su içip yeniden daha uzağa işemeye kalkıyor.

TRT Spor diye bir kanal kuruldu. Daha doğrusu melez bir TV şu anda. TRT3, Meclis TV ve TRT-Spor logolarıyla garip bir oluşum. Henüz tam olarak yayın akışı oturmadı, ama rengi az çok belli oldu.

TRT Spor, son 10 yılda gördüğümüz kötü TRT Spor yayınlarının bahçesi. Bir karma, bir bulamaç ve karmaşa... İspanya Bisiklet Turu özetlerinin girmesinden sonra, çattadanak diye 1970 model dökülen jeneriğiyle değerli duayen abimiz Orhan Ayhan'ın programı başlıyor. 30 yıl öncesinden bir Balkan şampiyonu boksör, garip anılarla dolu spor yaşamına giriyor. Sonra Alman Ligi'nden Frankfurt ve Mainz top tepikliyor. Peşinden üç gün önceki F-1 yarışından önce çekilen magazin programı giriyor. Ardından Efes-Fener 1991 Cumhurbaşkanlığı Kupası maçının son 30 gündeki 17'inci tekrarı giriyor. Peşinden Feyyaz çıkıyor, sonra Aydın Örs, sonra Halil, Naim, basket, futbol, Van Basten, Avni Küpeli, Graf, falan, filan, feşmekan...

Ne program belli doğru düzgün, ne de bir mantığı var bu akışın. Allah ne verdiyse 'daya gitsin' ile ilerliyor kanal 4-5 aydır.

TRT, sırf spor arşivini düzenleyip yayınlasa deli reklam aldıkları bir kanal üretebilir. Sadece spor arşivini diyorum bakın: "Eski-Spor" diye bir kanal örneğin. İyi planlandığında ellerindeki malları akıllıca kullanabilseler, ESPN Klasik kadar iyi iş bile çıkarabilecek malzeme var arşivde. Ama bir kaç kez kurumda çalışan arkadaşlarımdan soruşturduğum kadarıyla o arşivde, o kadar karma karışık bir yığılma var ki, 8 yıl önceki 6-0'lık FB-GS'yi bulmak bile sıkıntı. Nerede 1993 Halter Dünya Şampiyonası'nı bulmak...

TRT Spor kötüleşiyor. En azından Türkçe'ye, diksiyona dikkat eden değerli TRT'ci abilerimiz vardı anlatımda. O bile değişiyor artık. Son olarak Antalya'daki Halter Dünya Şampiyonası'nda feci anlatımıyla mahveden yeni kardeş, en güzel örnek. Her cümlenin son hecesini kürdili hicazkar şarkı söyler gibi uzatan ve vurgudan bihaber olan yeni spikerin bilmediği bir yayını anlatmasının doğurduğu sıkıntılara hiç girmiyorum.

Feyyaz Uçar'ın sunduğu harika bir futbol programı yapmışlar. Daha doğrusu yaptırmışlar. Bank Asya 1.Lig ile ilgili bir iki tane program gözüme ilişti, gayet güzel. İyi ama, Lig TV'de çok daha iyileri var. TRT'nin farkı, bunu voleybolda, hentbolda, teniste de yapabilmesinde. Ama anladığım kadarıyla o konulara hiç el atılmıyor.

Muazzam arşivini değerlendiremeden, donanımsız anlatıcılarla, özensiz, 'yaptım-oldu' yayınlarıyla bir şey olmaz TRT Spor'dan. Bu ülkede bir kuşağa sporu sevdiren Spor Stüdyosu'nu ve benzerlerini de gözyaşı içinde anarız artık. Toprağı bol olsun.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Habercilik böyle bir şey

Bir haber kanalının yeni dönem tanıtım filminde elindeki yanan meşaleyi tutarak, 'Haber sıcaktır, yakar' diyordu ya Cüneyt Özdemir. Dendiği kadar kolay bir şey değil o 'sıcaklık'. Haber, gerçek ve vurucu olduğunda gerçekten yakar. Soğukkanlılığı korumak zorlaşır.

Sadece üç dakika önce biten bir röportaj izledim NTV'de. İlk kez bu kadar reaksiyonel bir yazı yazıyorum herhalde e-yazıt'a (Galiba bir de İsrail'in 31 Mayıs baskınında böyle hızlı davranmıştım). Mirgün Cabas'ın Her Şey programında biraz önce Türk televizyonculuğunun son dönemdeki en iyi canlı röportajlarından biri yayınlandı. Böylesine gerçeğin içinden ve samimi, aynı zamanda - tam da başarılı haberci Cabas'ın dediği gibi - şaşırtıcı bir iş gördüm ben. Üstelik de TV haberciliğinin iyiden iyiye saçmalık örnekleriyle tıka basa dolduğu son zamanlarda. Mesleğimin içe dokunurluğunu, ve hatta özünü bu kadar iyi kavrayan bir haber görmemiştim. Tüm program ekibine ve NTV Haber Merkezi'ne tebrikler.

Cabas'n program konuğu dün alelacele göz altına alınan Hanefi Avcı'nın evlenme kararını açıklamak üzere olduğu sevgilisi Kezban Küçük adında bir edebiyat öğretmeniydi. Kadın, yayında sevgilisini, bir insanı anlattı. Anlattıkça açıldı, bir aşığın serenadına dönüştü program.

Açıkçası benin pek tanımadığım bir insan Hanefi Avcı. Malum kitabını yazana kadar pek de duyduğum biri değildi. Zaten polislik mesleği, oldum olası yakınımda olmadı. Ama adamın cesaretini takdir etmiştim kitapla ilgili yaygara başladığında. Belki de çoğunuzun aklına gelen, benim de zihnimdeydi o dakika: "Bu adamı yerler. "

Yediler. Adam, dünden itibaren göz altında. MHP'ye (belki BBP'ye) yakın dünya görüşü olması çok muhtemel Avcı, devrimci sol bir örgütle bağlantılı olmak iddiasıyla göz altına alındı. Gülen bağlantısını kurmak için yedi yaş zekası yeterli.

Yargıdaki saçmalıklar ve döngüler, içinden çıkılabilir gibi değil. Adam, iyidir-kötüdür, suçludur-suçsuzdur, ayrı konu. Sadece olay örgüsüne sırasıyla baktığımızda, Türkiye standartları bizi bu sonuca götürüyor: Artık cami duvarına işeme raddesine gelen cemaatin gazabı.

Dönelim. İnsan hikayesine, haberin sıcaklığına dönelim. İlgimi çeken şey, kadının samimiyetinin, programa ve o anda benim gibi TV başındaki insanlara katkısıydı. O kadar enteresan bir aşk hikayesi anlattı ki, kurgudan, komplodan, yalandan, yapmacıklıktan geçilmeyen ekranda bir gerçek insan görmenin şaşkınlığına boğdu bizleri. Yarım dolu gözlerle 'Benim umrumda değil. İkimizin de maaşı var. Geçinir gideriz biz. 'Nasıl bize parayı buldular, değiştiler' derler?' cümlesi, Kezban kadının aşk ateşinin saf bir dışavurumuydu. Ve daha böylesine bir sürü 'saf söz'.

Siyasi anlamını bir kenara bıraktım, bu bir insan hikayesi. Kezban Küçük'ün aşık olma haliyle bile büyük bir haberdi bu. Ve gerçek bir TV haberciliği başarısı.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Şampiyonlar meydanı

Çok başarılı bir pazarlama stratejisi ve giderek yükselen kalitesiyle yakın bir gelecekte Avrupa kıtasında Basketbol Euroleague'e rakip olacağını düşündüğüm EHF Şampiyonlar Ligi'nde 2010-2011 sezonu başlıyor. Şampiyonlar Ligi, yeni döneme isim sponsoru olan pencere ve çatı sistemleri firması VELUX ile giriyor.

Erkeklerde geçen yıl 24 takıma indirilen lig, geçen yıldan itibaren dörtlü final ile sonuçlanıyor. Genelde Alman ve İspanyol takımlarının çekişmesine sahne olan erkeklerde, Ruslar bu yıl Chehovski'nin geçen yılki dörtlü final başarısıyla iki takıma yükseldi. Almanlar ise play-off grubunda Rhein Neckar Löwen ile gülünce, kontenjanını dört takıma yükseltti. Löwen dışında kupanın son şampiyonu THW Kiel, Hamburg ve Flensburg da Şampiyonlar Ligi'nde yer alıyor.

Bu yıl yeni sponsora sahip Renovalia Ciudad Real, son dönemin en başarılı ekibi olarak yine iddialı. Bence unvanlarını Kiel'den geri alacaklar. Son bir iki yılda mücadele gücü düşen İspanya'dan FC Barcelona Borges ve Balonmano Valladolid (üçüncü kez devler liginde) de mücadele verecek.

Hafta içindeki maçlarla başlayacak grup mücadelesi, mart ayı başında noktalanacak ve son 16'ya kalan ekipler belirlenecek. Arada Erkekler Hentbol Dünya Şampiyonası nedeniyle verilecek büyük aradan dolayı grup maçları takvimi mart ayına sarkıyor. Bunu da bilgi olarak ekleyelim.

Erkeklerde Türkiye'den Beşiktaş, eleme maçlarında bir galibiyet aldı ama gruptan çıkamadı. Beşiktaş, Avrupa macerasına EHF Kupası'nda devam edecek. Dileyene bilgi; EHF Şampiyonlar Ligi tarihinde oynayabilen tek Türk takımı, bu ligde 2000-01 ve 2003-04'te iki sezon oynayabilen, ancak daha sonra kapatılan ASKİ.

Kadınlarda ise Maliye Milli Piyango eleme grubunda 3 maçını da kaybedip gruplara kalamadı. Ekim'de başlayacak olan gruplarda 16 takım oynayacak. Özellikle Györ, Krim, Podravka Vegaeta ve Rus ekibi Zvezda'dan oluşan D Grubu'nda katliama kadar varan maçlar olabilir. Deli eşleşme olmuş.

Türk hentbolunun gelmiş geçmiş en büyük yıldızı olan Yeliz Özel'in bu sezon Rumen şampiyonu Oltchim Valcea'ya gittiğini de söylemeden geçmek olmaz. Daha önce Kometal ile Şampiyonlar Ligi finali gören Özel, geçen yıl bu dev kupayı evinde Viborg'a kaptıran Oltchim ile zirve mücadelesi yapacak olması, belki sizlerin de ilgisini çekebilir. Yeliz, Oltchim'de benim çok beğendiğim bir kanat oyuncusu olan Ardean Elisei ve pivot Ionela Stanca ile birlikte, Neagu, Manea, Luca gibi Rumen milli takımının da ünlü isimleriyle birlikte final kovalayacak.

Bu kadar bahsettik. İzlemeniz için bir bağlantı da sağlayalım ki faydamız olsun. Her hafta sonu Eurosport 2'de vereceğimiz bant maçlar ve özet program dışında, internetten pek çok maçı canlı ve ücretsiz olarak izleyebiliyorsunuz. EHF'nin internet televizyonu EHF TV, maçların çoğunu canlı yayınlıyor ve reklamsız mis gibi koltuğunuzdan yüksek kaliteli video ile izleyebiliyorsunuz. İsterseniz arşivden geride kalan maçları veya özetlerini de izleyebiliyorsunuz. Adres:

http://www.ehftv.com/ehfcl

Yandın sen sepettopu, yandın. Bittin oolum sen.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Alın size gerekçeler

Bu ülkede saygı duyduğum insanların neredeyse tamamı, son günlerde alevlenen referandumda 'Yetmez ama Evet' cephesinde kümelenmiş durumda. Bu tavrı saygıdeğer buluyorum, ama kendilerine maalesef katılamıyorum. Bu anayasa değişikliğinde 'Boykot' cephesinde yer alınması, tekil bir anlam ifade etmiyor belki. Ama komple itaatsizliğe dönüştürülürse bir anlamı olacak.

Tayyip Başkan, dün çıkıp NTV'deki yuvarlak masa sorgu-sual programında 'Hayır diyen darbecidir' cümlesini gayet temiz bir Türkçe ile söyleyebiliyor. Ne hakla? O zaman Ruşen Çakır'ın dediği gibi, ülkenin yüzde 45'inin darbeci olduğu sonucunu mu çıkaracağız referandumdan. Öyleyse, yandık! Başbakan, çok konuşmaktan, meydandan meydana koşmaktan olsa gerek, hakikaten beyin sulanması geçiriyor.

Evet diyecek adamı bile hasta eden bir başka uygulama: 70 bin kişiye iftar veren Başkent buyurganı İ.Melih Gökçek'in tüm iftariyelikleri, üzerinde EVET yazılı bir kutuyla dağıtması (Newsweek Türkiye, sayı 98-99, s. 16). Sömürünün bu kadar aşağılık olanına ne denir artık?

Verilecek her EVET, RTE'nin megalomanyasına harç atacak ve herşeyin doğrusunu ben bilirim algısını güçlendirecek. AKP'de 2007 seçimi sonrasındaki 'Çok güçlüyüz, susun lan hepiniz!' artisliğini yeniden azdıracak (Aziz'in özlediği Bir gün herkes Fenerli olacak özlü sözüyle pek bir benzer). Verilecek her HAYIR ise olası bir değişimin önünü tıkayacak.

O yüzden, boykot... Sırf kuru muhaliflik söylemi olarak değil, doğrusuna sevk etmek için boykot. Yalap-şap bir değişiklik değil, kapsamlı ve objektif bir temizlik yapılsın, o zaman varız demek için boykot.

7 Eylül 2010 Salı

Invictus'u beğendim

Girizgah: 'Deli Hıncal' başlığı olduğu bu. Basit, sade, 'herkes anlasın' başlığı. Dolambaçsız, kendince bir iddia da içeren: Falancayı beğendim. ('Eee, bana ne' demez mi insan?) Film eleştirilerini de böyle yazmıyor muydu? Değiştirmiş de olabilir, tam olarak bilemem, biraz şarap önceydi...
---
Son zamanlarda az film izliyorum. Yanlış. Doğrusu; Yorucu iş temposu ve vakit darlığından dolayı maalesef çok az film izleyebiliyorum. Uzun süredir planladığım Invictus'u izleme işini nihayet bu gece gerçekleştirdim. Şaşırabilirsiniz ama, yönetmenine hiç bakmadığım bu filmin, Clint Eastwood'a ait olduğunu film sonundaki akışta gördüm. İyi ki de görmemişim. Eastwood'u pek sevmediğim için belki de soğurdum filme.

Film, spor tarihinin önemli başarılarından birinin hikayesi. Güney Afrika Rugby Takımı'nın (Springboks) ev sahipliği yaptığı 1995 IRB Dünya Kupası'nı kazanmasının öyküsü. Büyük lider Nelson Mandela'nın yeni işbaşına geldiği ülkede Afrikaanlar ile siyahi yerel halkın büyük oranda bir yıl içinde dönüşen mucizevi birlikteliği, hikayenin ana örgüsü. Zaten filmi sürüklemek için yeterince yaşanmışlık var ortada. Ve her açıdan çarpıcı: Bölünmüş ülke, hapisten zirveye çıkmış bir lider, önüne gelene yenilen bir takımın, yenilmez armada All Blacks'i devirip dünya şampiyonu olması, hisli anlar ve başarı...

Duygu yoğunluğu hayli yüksek filmde, 20'nci yüzyılın en büyük liderlerinden biri olan Mandela'nın ağırlığı her karede hissediliyor. Ve de onu olağanüstü oynayan eşsiz oyuncu Morgan Freeman'ın tabii ki.

Bir de şunu merak etmedim değil: Filmi izleyen herkesin aklına 1990 Federal Almanya geldi mi acaba?

Notum: 10 üzerinden 8.
IMDB Notu: 7.7

Neden umursamıyorlar?

Bir an kendinizi oturduğunuz yerde gözlerinizi kapatarak soyutlayın; ve pek de bulunmak istemeyeceğinizi tahmin edebildiğim bir coğrafyada, bir İsrailli olarak düşünün. Tel Aviv'de, apartmanının beşinci katında yemek yiyen bir İsrail vatandaşı. Arap ya da Yahudi, fark etmez. Paranoya ve korku sarmalındaki toplumda rahat yaşayamamak sizi ne kadar etkiler? Tüm dünyadan ülkenize ve kimliğinize yönelen sert eleştiriler içinde sürekli savunma içgüdüsüyle davranmak zorunda kalsanız... Veya işgal ettiğinizi bal gibi bildiğiniz topraklar için içinizi kemiren adalet duygusu ile yakınınızı öldüren 'terörist komşuya' karşı birbirine karışan intikam hissiyle uyansanız...

Karmaşık bir coğrafya, karmaşık duygular. Katmerli sorunlar ve de dış yüzeyi sürekli kalınlaşan sarmalın içinde dönüp duran insanlar. Çok fazla kafadan çıkıp ortalığı mahşere dönüştüren ses cümbüşünün en gür olanları, baskın olmayı her zaman başaran tellallar...

Böyle bir sıkışmışlık içinde olduğunu iyi biliyorum İsrail toplumumun. Ama farklı bir bakış ve yönelim olduğunu da düşünmek lazım. Karl Vick'in bu hafta Time'a kapak olan 'Why Israil Doesn't Care About Peace' (İsrail neden barışı umursamıyor?) başlıklı analizini okuyunca, bilmediğim bir pencereden daha bakma şansını buldum Ortadoğu'ya.

Umursamayan, hayatı yaşayan İsrailliler. Alışılmışlığın tekdüzeliğinde 'kötüyü görmekten bıktığı için' sorunların ortasında yüksek yaşam standardı arayan, Kassam füzelerinin menzili içindeki Ashdod sahilinde güneşlenen İsrailliler. Çoğu barışa olan inancını kaybetmiş, bari yaşamımız korkuyla geçmesin, ben işime bakarımcılar... 2007 yazında yapılan ankete göre yüzde 95'inin hayatından memnun olduğunu, bunların üçte birinin de 'çok mutlu' olduğunu söyleyenlerin olduğu bir İsrail.

Tezatların toprağı İbrahim Ülkesi'nde bir garip durum. Demek ki neymiş, Şimon Peres'in dediği gibi her sabah uykularında ölüm tehdidiyle yaşayan bir toplum biraz da siyasi malzemeymiş. Yalıtımla oluşan bir cennet yaşanıyor bir bölümünde İsrail'in, nefes almayı çok görürken komşusuna...

Maariv Gazetesi'nden Yoav Tzur, Time muhabiri Vick'e anlatıyor: İnsanlar giderek daha az haber bülteni izliyor. Giderek daha az, politika sayfaları okuyor. Günümü mahvetmek istemiyorum, bunları görmek istemiyorum diyor...

Yoav'ın gazetesine yansıyan sonuç: Daha az politika sayfası, daha fazla ekonomi ve iş dünyası sayfası. İnsanlar işlerine bakıyor. Politikacılar da...

3 Eylül 2010 Cuma

Haber olur...

İzmir tarihçesi ile biraz bilgiye ihtiyaç duydum. Birşeyler okuyayım diye İzmir Valiliği'nin sitesine girdim. Hayrete düştüm. Köykent'e mi düştüm yoksa? Bu ne abi? Nasıl bir görsel, nasıl bir içerik bu?

Türkiye'nin en büyük üçüncü kentinden, yurt dışına açılan önemli pencerelerinden biri İzmir'in web sitesinde, içerik ve tasarım rezalet olduğu gibi ENGLISH linki yok! Akıl alır gibi değil. Ama Valilik linkinin altında biyografi linki 'Sayın Valimiz M.Cahit Kıraç' diye veriliyor ve kendisinin belirli gün ve haftalar konuşmaları falan dizinlenmiş.

'Sayın valimiz' ne ulan? Konuşma diliyle bölüm başlığı mı olur? Bu devlet bürokrasisi/jargonu beni harbiden öldürecek bir gün!

Rastgele bir valilik aradım sonra. Elazığ. Eli yüzü düzgün bir site çıktı. Bu kadar da mı ortalama bir iş yapamıyorsunuz be?

Ayrıca: İzmir Valiliği'nin üst banner'ında 'Look know us İzmir 360' ibaresinde ne demek isteniyor? Bir fikri olan var mı?

2 Eylül 2010 Perşembe

Kural ihlali


1977 yılının 11 Aralık günü. Milliyet'in spor sayfasındaki Samsunspor-Altay maçının haberine bakıyoruz. Şöyle bir ifade var: 'Altaylı Erol 12 ve 31'inci dakikalarda iki kez sarı kart gördü ve oyundan atılmadı. İki sarı kart gördüğüne göre Erol gelecek hafta oynayacak mı?'

Şimdilerde beş gün tüm gazetelerde manşet olacak, neredeyse takımın ligden ihracına dahi yol açabilecek bu durum, o günlerde normal bir not gibi maç yazısının içine giriyor. Yapmış bir hata hakem arkadaşımız, etmeyelim eylemeyelim. Ortalığı ateşe vermenin bir anlamı yok.

Serhat Ulueren'in henüz kısa pantolonlu olduğu günler. Ah ah, şimdi olacaktı kiii, ne ekmek çıkardı kendisine...