31 Aralık 2010 Cuma

2010 Ahutubu Ödülleri

Çekoslovak, herkese güzel bir 2011 yılı dilerken, tek kişilik jürisinin kafasına esmesiyle belirlediği, iyiler ve kötülerin karmaşık bir şekilde düzenlendiği AHUTUBU Ödülleri'ni, 2010 yılının son saatinde açıklama bahtiyarlığına erişmiştir. Çalmayınız, çırpmayınız. Her hakkı mahfuzdur.

YILIN ADAMI - Julian Assange
Wikileaks depreminin mimarı Avustralyalı Julian Assange'ı "Online Mesih" filan ilan etmiş değilim. Sitesi sayesinde dünyanın çok daha yaşanabilir bir yer olacağını da sanmıyorum. Sanmıyorum derken, bu internet kıyametinin daha başlangıcı. Çünkü ilerleyen dönemde Wikileaks'in yaptığının çok sönük kalacağı internet devrimleri gerçekleşeceğine eminim. Ama 2010'a baktığımızda adamın cesaretini alkışlamak lazım.

YILIN DÖNEĞİ - Recep Tayyip Erdoğan
RTE'nin çetelesine eklenen kaçıncı döneklik bu, iyi hesaplamak lazım. 11 Eylül'e kadar 'Darbecileri yargılamak için EVET verin' diye yırtınan Bay Başbakan, 13 Eylül'den itibaren bu konuda ettiği tüm lafları unuttu. Alacağını aldıktan sonra bu konuda tek kelime etmedi. İnsan biraz olsun utanır.

YILIN ŞAŞKINI - Kemal Kılıçdaroğlu
Referandumda meydanlarda halktan hayır demesini isteyen CHP Genel Başkanı'nın kendisinin "hayır" diyememesi acıklı bir durumda. Dua etsin, AKP'liler bunu çok dillerine dolamadı. Çok fıkra çıkardı buradan.

YILIN GÖRMEMİŞİ - Yıldırım Demirören
Sportif başarısızlığını örtme içgüdüsü müdür, har vurup harman savurmak mıdır çözemedim ama, şu Tüpçü'nün yaptığı nedir, var mıdır cihanda eşi? Allen Iverson, Guti, Quaresma, ot, b.k bir sürü insan çocuğuna çuvalla para verip hala düze çıkamamak ancak Demirören'in bahtsız kaderinin bir tecellisi olurdu. Bir de gidip 'Turizm Bakanlığı Tanıtım Fonu'na başvurup getirdiği yıldızlar sayesinde Türkiye'nin tanıtımına katkıda bulunduğu için milyonlarca para istemesi yok mu...

YILIN PİSAGORU - Devlet Bahçeli
Geçen yıl MHP'nin 40. yılını kutlarken yaptığı 2009'dan bozma efsanevi 40 yıl hesabından sonra, bu kez de 'Milliyetçi Hareket neden tek başına iktidar olmasın' sorusundan hareketle yeni bir formül geliştirip matematikteki dehasını ispat etti. 'Her ülküdaşına yüklediği görev' oldukça sorumluluk istiyor: Anaokulundan mahalleye kadar 24 tane arkadaşını MHP'ye kazandırmak. İşte o zaman Başbakan Bahçeli oluyormuş. Oturup hesaplamış Pisagor Başbuğ. (Karı gibi meraklıyım, izleyeyim n'oolur diyenler için gelsin: Tıklayıver çekirge)

YILIN EŞŞEĞİ - Fatih Erbakan
Saadet Partisi'nin bir ayda altını üstüne getiren malum değişim esnasında olayı TV ekranlarında "Burası babamın partisi, yürüyün gidin" raddesine taşıyan oğul Erbakan, bana küçük yaşların şu klişesini hatırlattı: Burası senin maallen mi olum, Allaan maallesi! Saadet Padişahlığı'nın hırçın şehzadesinin tripleri, 'eşşek' tanımını hak etti.

YILIN SEVİNCİ - Nevin Yanıt
Barcelona'daki Avrupa Atletizm Şampiyonası'nda 100 metre engellide şampiyonluk kazanan Nevin Yanıt, zafer sonrası çekirge gibi o yana bu yana atlayarak eşi benzeri görülmemiş bir sevinç yaşadı. Sıfırdan çıktığı zirvede tek başına bir mucizeye imza atan Nevin'in müthiş derecesini yayında Caner ile kutlayan bendeniz, Nevin'in "hıncıkı, mıncıkı" diye ağlaya ağlaya yaşadığı sevincini aradan beş gün geçince fark ettim. Bugüne kadar spor alanında gördüğüm en sahici ve içten sevinçlerden biriydi. Öpüldün Nevin.

YILIN KAYBI - Baki Mercimek
Yıllara meydan okuyan üstün yeteneklerine rağmen, en son Karşıyaka'ya kadar düşen büyük topçu Baki Mercimek'in hakkını yiyenleri Allah'a havale ediyoruz. Adamı bir türlü oynatmayarak kendi kuyusunu kazan yeşil-beyazlı camiaya Demirbank 2.lig'de hayırlı günler diler. Baki'ye kulüp mü yok? Duyumlarıma göre Arjantin'den Estudiantes devreye girmiş.

YILIN ŞAKLABANI - Cübbeli Ahmet
Bu adamın medya damarı çatlamış. Adam parlak ekranda çay höpürdetmedikçe rahat etmiyor. Sağolsun, Fatih ve Yiğit biraderleri de canları sıkıldıkça herifçioğlunu buyur ediyorlar. Şaklabanlıktan hidayete, versiyon 2.0.

YILIN ORTASIÇANI - Real Madrid
Büyük Raul gitti, mertlik bozuldu. Florentino alçağının kurduğu Real Madrid, aşağılık Barcelona'dan beş yedi oturdu. Maçı izlemedim tabii. İzleyen milyonların yalancısıyım: Futbol maçı değil, hayli kalabalık bir ortasıçan oyunuymuş.

YILIN TV ÇİÇEĞİ - Balçiçek İlter
Tatlı ablamız Balçiçek İlter, bir yandan mükemmel programlar yaparken, bir taraftan da evini çekip çeviriyor. Kadınları sevmek için önemli bir sebep sağlıyor bizlere. Akıl küpü mübarek.

YILIN TV BOMBASI - TRT
Bir katilin (M.Ali Ağca) TRT'de programa çıkıp kitabının reklamını yapması muhteşem oldu. Habercilik soğukkanlı bir iştir, duygusallığı yoktur. Kabul. Programa çıkarılmasına itirazımız yok zaten. Ama çıkarıp da tek kelime geçmişine dair soru sorulmuyor ve sanki Orhan Pamuk gibi edebiyat röportajı yapılıyorsa, buna ne diyeceğiz? Habercilik mi?

YILIN FISTIĞI - Simge Fıstıkoğlu
Zeytin gözlü sporcu hanım. Giderek daha bi boy pos atıyor.

YILIN YANAN CİĞERİ - Haydarpaşa
2010'un son günlerinde geldi. Güzel yapı Haydarpaşa, İstanbul 2010 Kültür Başkenti'nin reklam filminde boy göstererek afilli başladığı yılı yıkık, dökük ve buruk tamamladı.

YILIN KEYFİ - Galatasaray'ın hali
Galatasaray Kulübü, tarihinin - benim bakış açımdan - geçirdiği 'en parlak' sezonunda mest eyledi sevenlerini. Yi tokatı git evladıııım.

YILIN KAZANCI - Gerçek Orada Bir Yerde (NTV)
Ufuk açmak için bire bir. TV denen kafir icadın günah çıkarıcısı. Not defterlerinizi çıkarın. Pazar 14:00, 23.00, NTV.

YILIN ÇİRKİNİ - Burcu Esmersoy (Kötü tesadüf, yine NTV)
Hasbinallah venığmel vekil. Sabr-ı cemil lütfen.

30 Aralık 2010 Perşembe

Üniversiteliler

Allahım, şu okullar için ne terler akılıtıyor, ne ekonomi dönüyor... İnsan düşünmeyi, analiz etmeyi öğrenmek için gittiği üniversitelerdeki gençlerden, ister istemez biraz daha seviye bekliyor değil mi? Şerif Mardin hocanın önceki hafta Gerçek Orada Bir Yerde programında söylediği gibi: Türkiye'de üniversitelerin yüzde 95'i yüksekokul. Üniversite falan değil.

'Eylem yapanı okuldan atarım. Burası benim okulum' diyen badem bıyıklı, fikir özürlü rektörlerin olduğu üniversiteye ancak böyle üniversite öğrencileri yakışır. Abbas Güçlü'nün Genç Bakış programında zap arasında rastladığım sınıf öğretmenliği 3 sınıf öğrencisi arkadaş, harita metottan yırttığı kağıda yazdığı sorusunu sordu konuk Süheyl Batum'a. Daha doğrusu, soramadı. Kendi yazısından kekele-mekele okumaya çalıştığı soru, 'Türban neden serbest bırakılıyor? CHP niye buna alet oluyor?' mealinde bir soruydu ki; çok önemli bir meseleye 'farklı bir boyut katmanın' heyecanına gark olan ve eli ayağı titreyen arkadaşın imdadına sunucu Güçlü yetişti: Kağıttan okumayın lütfen, aklınızdakini sorun. Öyle bir şey anlaşılmıyor!

Bu arkadaş üniversiteli. Buna eğitim veren hocaları da az buçuk biliyoruz. Ne yapsın kızcağız? Kafayı çevirmekten, neler olup bittiğini anlamaktan, empati yapmaktan aciz. Sürekli dizi izleyicisi ve facebook kullanıcısı olarak yeni nesilleri hazırlayacak yaşama. Başarılar diliyoruz. Aldığı eğitimin bir sürü derdi olması gerekirken, ilk sıkıntısı başkasının okula girip girememesi. Yani, meşhur fıkrada Temel'in derdi gibi: Kürt anasını görmesin!

Yeri geldi, burada sıkıştıralım. Türk televizyon tarihinin en kalburüstü programı Gerçek Orada Bir Yerde, pazar akşamları 23.00'te tekrar yayınıyla ekranlara geliyor. Uzay seviyesi var programda. Üç sıyrık adam; Gündüz Vassaf, Şerif Mardin ve Murat Belge. 2040'ta Türkiye'de ancak ulaşılabilecek seviyeyi yakalamış, takılıyorlar.

Geçtiğimiz gün, öğrenci protestolarından dolayı 'üniversite' kavramı konuşuldu. Müthiş tespitlerin olduğu programda garabet üniversitelerimizin hali ortaya döküldü. Mardin, üniversitenin 'edeb öğrenme yeri' olarak tarif edildiğini söyleyerek olayı özetliyor. Üniversitelerin örgütlenmesinin olmadığından söylüyor. Doktorların, isçilerin herkesin örgütü olduğunu, ancak üniversitelerin tam tersine başına YÖK gibi bir bela sarılarak özgürleşeceği yerde baskı altına alındığını belirtiyor büyük hocamız.

Gündüz Vassaf'ın dikkat çektiği nokta da ilginç: 'Üniversiteler çiftlik gibi. Eylül'de açılıyor. Haziran'da kapanıyor. Bu model bitmeli. Dönemlik bilim mi olur? İletişimi daha fazla kullanmalı ve mutlaka online eğitim geliştirilmeli'.

YÖK kurulduğunda protesto için anında görevi bırakan az sayıdaki akademisyenden biri olan (1995'te üniversiteye geri döndü) Murat Belge ise, 'Düşünün, YÖK 'sözde' Ermeni soykırımını araştırın diye üniversitelere mesaj gönderiyor. Sen kim oluyorsun da benim araştırmamı yönlendiriyorsun diyen çıkmadığı gibi, 'ısmarlandığı üzere' araştırma yapıp YÖK'e gönderen ve yaranan üniversiteler var' diyor.

Yeri gelmişken, Gündüz Hoca'nın dikkat çektiği YÖK Kanunu'nun 4. maddesi, zaten her şeyi özetliyor. Üniversite, özgür ve sorgulayıcı bir eğitim değil, sınırları çizilmiş bir gençlik istiyormuş. Bıyrın efenim:

----
Madde 4 – Yükseköğretimin amacı:
a) Öğrencilerini;
(1) ATATÜRK İnkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı,
(2) Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,
(3) Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu,
(4) Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren,
(5) Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı,
(6) Beden, zihin, ruh, ahlak ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş....

(falan, feşmekan...)
----

YÖK, sen malmışsın. Harbi söylüyorum. Üniversiteler de, öğrencileri de tam senlik, evlere şenlik.

27 Aralık 2010 Pazartesi

İçimde koca bir kent

Ağustos 2009'dan 15 ay sonra doğduğum ama bir türlü doyamadığım deniz esintili sahil kenti Samsun'daydım. Bir kaç aralık günü kaldım orada; şansıma eylül ayından çalınmış günlerdi. Yine de çok dolaşamadan geri döndüm İstanbul'a; yaşam bulamacı sekiz bin yıllık başkente.

İnsan garip bir varlık. Yaşanmışlığın birikintisi ve aradan geçen zaman ilginç bir örgü örüveriyor içine. 'An' esnasında hiç hissiyat oluşturmayan mekanlar, insanlar, duvarlar, sözler ve diğer yaşam parçacıkları, nedense yıllar ve yıllar sonra içi ısıtan birer objeye/tınıya rahatlıkla dönüşebiliyor. Çölde doğan biri, ormanın ortasında çölü özleyebiliyor. Bu, zamanın geri sarılamaz özelliğinin, hatıralarla birlikte insanı sarsmasından kaynaklanıyor büyük oranda. O günler için 'nefret edilesi' ya da 'kurtulunması gereken' birer nesneye dönüşen herşey, nostaljik tadlı hüzün sosuyla bir bilgelik katıyor bireye...

Şimdilerde tanıdıklarımın bir elin parmağına düştüğü, sokaklarında dışarıdan bir ziyaretçi gibi dolaştığım, her caddesinde adım izimin bulunduğu Samsun ile kişisel ilişkim hiç böyle olmadı aslında. 10 yaşındayken bile yaşadığım kenti çok seviyordum. Hiç bir zaman uzağı özlememiştim. Hatta merak dahi etmezdim (İç Anadolu'yu ancak 18'imde görebildim. İstanbul'a ilk geldiğimde 20 yaşındaydım. Akdeniz'e 25'imde, ülke dışını 27 yaşında indim).

Ama mecburdum ayrılmaya Samsun'dan. Bunu biliyordum ve bu konuda tahminlerimin çok dışında bir şey yaşamadım. Üç aşağı beş yukarı planladığım gibi gitti yaşamım şu ana kadar. Şimdi de gelecek için hep Samsun'da bir sahil evinde huysuz bir ihtiyar olarak oturup denize bakarak ve yazarak yaşamımı noktalamak var aklımda. Halikarnas Balıkçısı'nın Bodrum'u, Can Yücel'in Datça'sı varsa, benim de Samsun'um olmalı. Çünkü bir birlikteliğim var bu kentle.

Samsun sokakları köhneden bozma, dar, girift, ama garip bir tezatla aydınlıktı ben bıraktığımda. Hatta son gittiğimde dahi bu izler yerindeydi. Bu kez kenti çok daha yenilenmiş, düzenli ama o eski halini de koruyan bir şekilde buldum. Üstün körü bakıldığında mimari olarak görünür çok şey eklenmiş. Örneğin, Samsun gibi yüzde 70'i eğim üzerine yerleşmiş bir şehir için en basit tabirle 'komik duran' Tramvay gelmiş. Karadenizli usulü. Hiç lüzumu olmayan bu gereksiz hamleyi tutmadı gözüm hiç. Ama sahilin iyiden iyiye şehirle bütünleşmesi ve bulvara kadar tüm ara sokakların güzelce düzenlenip parkelenmesi, Samsun'a neredeyse bir Yunan, İtalyan ya da İspanyol kenti havası vermiş. Güzelliğinin yenice farkına varan ve sergilemeye başlayan bir kadın gibi.

Önümüzdeki yıl Samsun'a bir kaç kez gitme fırsatım olacak sanıyorum. Daha ayrıntılı hikayeler ve fotoğraflarla bu bahsi genişletmeyi isterim. Zaman akıyor. Akan suya arada avuç daldırmakta fayda var.

18 Aralık 2010 Cumartesi

İki minik kitapçık

Uykusuz'da yayınlanıyormuş, bilmiyordum. Fırat Budacı'nın seçme 'Kaç yıl oldu?' cümlelerinden oluşan sevimli bir kitapçık yayınlamış Mürekkep Yayınları. Cep kitabı boyutunda, 7.5 lira.

Gülmekten öldüğümüz gerçekler var içinde. Örnek verelim:

Hidayet Türkoğlu, Angola karşılaşması sonrası 'Allah da yardım etti sağolsun' diyerek samimiyetin sınırlarını zorlayalı 9 yıl,

İbrahim Tatlıses, 'Atatürk bizi düşman eziyetinden kurtardı. O olmasaydı belki de benim ismim şu anda İbrahim Tatlıses değil, Abraham Sweetvoice olacaktı' sözleriyle Zafer Bayramı'nın anlam ve önemini ifade edeli 3 yıl,

Yoksul bir hayatın içinde dünyanın tüm erdemlerini küçücük bünyesinde toplayan, hayatı mücadeleyle geçen Sezercik, ismindeki 'cik' ekinden kurtulunca evinde esrar, kokain ve Kalaşnikof ile basılarak nefis bir ironiye imza atalı 5 yıl,

Erol, 'bir kalem, bir pergel, bir de çikolata alacağım' gibi ilginç bir listeyle bakkaldan içeri girip, lafı 'fiş alın'a getirmeye çalışalı 25 yıl olmuş.

Fazlası kitapta. Fırat Budacı'nın ellerine sağlık.

Bir de 2011 ajandası edindim bugün. Temsili bir ajanda. Yazmak için değil. Irkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı 2011 Ajandası, Metis Yayınları tarafından basılmış bir cep ajandası. İçinde insan hakları ile ilgili temel bilgiler ve yıl boyunca takvime serpiştirilen ihlaller ve yıl dönümleri gibi bilgiler bulunuyor. Güzel bir iş.

17 Aralık 2010 Cuma

Canavar yapılar ve Kuzguncuk

Yapılar canavarlaşıyor. Açgözlülüğün kitabındaki vahşi doğaya uygun bir hızda canavarlaşıyor, hayatımızı çepeçevre sararken... Serpildiğimiz mahalleler, sokaklar, kutu evler otuz yılda yok oluverdi, üzerinden silindir geçmiş gibi. Bıyıklı ve kel, cin bakışlı 'Tırabzonlu mütayitlere' satıldı kutu evler. Yerlerine şekilsiz ve rengi atmış yığınlar dikildi hızla.

Önce evler gitti. Sonra mahalleli. Ardından 'komşu komşu hu huuu'... Çocukların oyunları bitti. Kadınların şenliği, erkeklerin sohbetleri. Çamaşır ipleriyle sarkıtılan hasır bakkal sepetleri de sizlere ömür.

Yerine gelenler ise o günlerin sıcaklığını mumla aratıyor: Selamsız ve dikine asansör yolculukları, riyakâr ve gergin kapıcı/yönetici diyalogları, boş sokaklar...

Kârlılıkta savaş dönemlerinin silah sanayisiyle yarışır hale gelen pervasız inşaat sektörü, önüne gelene vuruyor kepçeyi. "Kentsel Dönüşüm" temposunu buldu, gecekondular dönüşüyor (mu?). Ama bu yetmedi aç pezevenklere. Ali Ağaoğlu'nun başkanlığına oynadığı Aç İnşaatçılar Birliği, muhteşem arazileri gözüne kestirmiş görünüyor.

---

AKP hükümetinin ekonomist beyinlerinin, elleri sıkıştığında 'kaynak yaratma' konusundaki ulvi yeteneklerini zaten biliyoruz. Daha önce 2B arazileri, Allianoi, Boğaz Köprüsü konusundaki vurdumduymazlıları ve son olarak niyetlerini açık ettikleri Haydarpaşa Garı mevzusunun ardından, Bayındırlık Bakanlığı'nın Aç İnşaatçılar ile rant birlikteliğine söz kestiğinin tahmin etmek güç değil.

NTV'deki Yakın Plan programı sayesinde haberim oldu ki, aç inşaatçıların salyalı ağızları Kuzguncuk için şapırdıyor. Mütevazı İstanbul'un el değmemiş kalesi Kuzguncuk'un ortasındaki Ilya'nın Bostanı, arazinin 'sahibi' İstanbul 2. Bölge Vakıflar Müdürlüğü tarafından satışa hazırlanıyor. Bostanda sebze/meyve yetiştiren kiracıya ihtar gelmiş, 2011'de terk-i diyar etmesi için. 'Kiracı' çıkınca ne olacağını biliyorsunuz.

Kuzguncuk halkı ayaklanmış. 1990 ve 2000 yıllarında da devletin satma girişiminde bulunduğu bostanı kurtaran halk, üçüncü intifadada.

Taşları elinize alın. Gidiyoruz. Aç inşaatçıların kafasını yarmaya.

Kahraman Bostan - İmza kampanyası

8 Aralık 2010 Çarşamba

Bu takımı seviyorum

Eğlencem başladı uzaklarda: Kadınlar Avrupa Hentbol Şampiyonası. Danimarka ve Norveç'in ortaklığında yapılan şampiyona, kıtanın en iyi 16 takımını Aralık ayının soğuğunda İskandinavya'da buluşturdu.

Yine Macarlar'ın destekçisiyim. Bu takımı neredeyse 10 yıldır tüm büyük turnuvalarda destekledim ve hep çok sevdim. Şimdiki takıma bakıyorum, yine bir yenilenme sürecinde. Son 10 yılda iki kez köklü değişim geçiren Macaristan kadın hentbol milli takımı, bir türlü dikiş tutturamamıştı. Bu kez takımı daha bir diri gördüm.

Bu akşam Fransa ile oynadıkları maçı izledim. Kızlar, 21-18'lik galibiyetle ikide iki yaparken, son üç şampiyonanın galibi Norveç ile oynayacakları son grup maçı öncesi moral buldu. Ama ilk iki maçında Fransa'yı 33-22, Slovenya'yı ise 32-16 yenerek şov yapan Norveç, müthiş bir kadroya sahip. Şu anda dünyanın en iyi pivotu Heidi Löke ve en iyi kalecilerinden biri Katrine Lunde'ye sahip olmalarının dışında bir kaç yıldır takıma pek gelmeyen Gro Hammerseng de kadroya dönmüş.

Macaristan'ı her zaman - hiç hazzetmediğim bir takım olmasına karşın - futbolun Arjantin'ine benzetirim. Şu açıdan: Macar kadın hentbol takımı, her Dünya Kupası'na favori olarak gelip de hüsran yaşayan Arjantin ile benzeşiyor. Her hentbol şampiyonasına katılan Macaristan'ın kızları, kadrodaki isimlere baktığınızda hep göz kamaştırsa da, sonuçlar pek öyle olmadı. 2000 yılında Avrupa Şampiyonası'nı kazanıp, Sydney'deki olimpiyat finalini Danimarka'ya kaybeden Macaristan, 2003 Dünya Şampiyonası'nda ve bir yıl sonra ev sahipliği yaptığı Avrupa Şampiyonası'nda da kürsüde yer aldı. 1994'te başlayan Avrupa Şampiyonası'nın tamamında, 1957'den itibaren yapılan Dünya Şampiyonası'ndaki 19 mücadelenin 18'inde yer alan Macaristan, olimpiyatta da 6 kez oynadı. Bunların çoğunda final favorisi olarak girdi ama yalnızca iki kez altın (1965 Dünya, 2000 Avrupa) alabildi.

Şampiyonadaki Macaristanımızda kimler var? Büyük ve güzel file bekçimiz Katalin Palinger, süper kanat oyuncumuz Orsolya Verten ve 'zırdeli' Aniko Kovacsicz takımın en deneyimli oyuncuları. Diğerleri yeni alınanlar ve orta tecrübeliler... Anita Görbicz eksikler arasında (Aslında esame listesinde adı görünüyor, ama turnuvada yok).

En önemli yenilik ise kenarda. Çalıştırıcı koltuğunda eskilerden bir yıldız var: Eszter Matefi. 44 yaşındaki Romanya doğumlu Matefi, 1996 Atlanta'da bronz kazanan ekibin üyelerinden biriydi. Şimdi ise yeni hava getirdiği takımıyla Avrupa'nın zirvesini zorluyor.

Haydi bakalım Mighty Magyars.

NOT: Şampiyonayı izlemek isteyen herkes EHF'nin bedava internet televizyonundan faydalanabilir. Turnuvanın tüm maçları www.ehf-euro.com adresinden tertemiz, reklamsız izlenebiliyor. Mis mis...

4 Aralık 2010 Cumartesi

Özel haber

Yeni medyanın baskısı altındaki geleneksel gazetelerin ayakta kalmasının anahtarı, 'özel haber' çalışmalarında. Haberin bu kadar hızlı eskidiği ortamda, 12 saatten başlayan gecikmeyle kitleye ulaşan sayfalarınızda bu dezavantajı ortadan kaldırmanın yolu gündemin analizi ve özel haberlerden geçiyor. İletişim düşünürleri de temel olarak son yıllarda bu noktaya vurgu yapıyorlar zaten.

Gazetelerde sadece 10 yıl öncesine bile özel haberlerin yavanlaştığı bu ortamda 'yeni' Radikal'in gündemin dışına çıkıp boyutuna da çok uygun özel haberlere yönelmesi güzel oldu. Geçen Pazar (28 Kasım) Berrin Karakaş'ın yaptığı İstanbul'daki türdeş gettolar haberi 'EVLERİ AYIRDIK' başlığıyla gazetenin manşeti oldu.

İstanbul'daki kentsel dönüşümde insanların düşüncesine ve yaşantısına göre ayrıştığı ve büyük kentin gettolara ayrıldığını gözler önüne süren haberin spotunda okuduklarımız olayı güzel özetliyordu: "Başakşehir'de türbanlı çocuklar okuldan dönüyor, Ataşehir'de üçgen vücutlar koşuda, genç kızlar dans dersine yetişme derdinde."

Önemli ve şaşırtıcı verilerle dolu bir haber. Günümüzün yabancılaşan toplumunu, 'ortadan yarılmayı', laftan öteye gidemeyen 'birlikte yaşama kültürünü' ve Şerif Mardin hocamızın sözlüğe armayan ettiği 'mahalle baskısı'nı anlamak için iyi bir fırsat.

İyi haberciliğin yüzünün gülmesini istiyorum. Bu örnekler çoğalmalı.

The Books

Gazete ve dergi sayfalarıyla haşır neşir olduğum küçük yaşlarımda kitaplara sinir olurdum. İlkokula henüz başlamadan okumayı çat pat çözmüş biri olarak hep dergiler ön plandaydı benim için: Çünkü resimliydiler. Kitaplar ise sıkıcıydı.

Kitap okumayı alışkanlık haline getirmem lise yıllarımda oldu. Sonra kendi kitaplığımı oluşturmaya başladım. Üniversite ve sonrasında düzenli olarak kitapçı ve sahafa gitmeye başladım. Bir de baktım ki, hiç de fena olmayan bir kültür hazinesine sahip olmuşum. 'Hazine' demek biraz abartılı olabilir, zira ne kitaplıklar gördüm çevremde.

Ama istediğim gibi kitaplar satın alabildiğim ve bunları okuyabildiğim için şanslıyım. Onlara sadece uzaktan bakıyor, ya da okumaya elim gitmiyor olabilirdi. Oysa şimdi iyi bir kitap, beni heyecanlandırmaya yetiyor.

Yeni eve geçtikten sonra IKEA'dan şekilli bir kitaplık aldım. Bir gün oturup tüm kitaplarımı kategorilendirdim ve düzgün bir şekilde yerleştirdim beyaz raflara...

Aldığım kitaplar belli ilgi alanlarına ve yazarlara kümelendiği için hepsini sınıflandırıp öyle yerleştirdim rafa. Bulması daha kolay olsun diye. Kitaplığımın raf ayrımı ve kitap sayıları şöyle:

69 - Spor kültürü
21 - Sınıfsızlar
17 - Yaşantı
37 - Kültür
28 - Edebiyat
22 - Medya-İletişim
10 - Tarih
11 - Samsun
8 - Charles Bukowski
6 - İsrail-Filistin
4 - Eduardo Galeano
(Toplam 233 kitap)

Şeref yoksunları

Domuz futbolcu eskisi Eric Cantona'yı b.kum kadar sevmem. Ama geçen gün bankacılık sistemi üzerine ürettiği yaratıcı fikir yüzünden alkışladım kendisini. Bu yüzsüz meslek erbabını insan etmek için ancak onun önerdiği gibi bir direniş gerekliydi: Herkesin paralarını bankalardan çekmesi. Kredi kartlarını iptal etmesi...

Herkes 'Bravo be!' demesine karşın, öneri pek etkili olmamış galiba. Protesto kültürünün yüksek olduğu Fransa'da bile ancak 16 bin insan katılım göstermiş bu eyleme. Azımsanmayacak bir sayı, ama ders vermek için kesinlikle yeterli değil.

Bu insanlığa hiç bir paha biçilmez (hatta çok gerekli olarak sınıflandırılacak dahi) katkısı olmayan, ukala, açgözlü, üstten bakan ve hayvani bir para/çıkar şehvetiyle dolu sektörün Allah belasını versin. Sözümü geri almıyorum, üstüne basarak yi-ne-li-yo-rum: ALLAH BELANI VERSİN AŞAĞILIK FİNANS SEKTÖRÜ...

Açgözlü faizleri ve verdikleri açıklar nedeniyle devletleri ortada sıçana çeviren bu adiler, nefes alan herkesi 'sağılacak birer inek' olarak görüyorlar. Verdikleri üç kuruş hizmet karşılığında her santimin suyunu sıkıp para sağmanın dışında, basit nezaket kurallarını ve ahlaki nosyonları da hiçe sayarak davranıyorlar.

Benden habersiz, hesabımdaki tüm parayı ELMA hesabı diye uyduruktan bir sanal hesaba aktaran ve bunu bana söylemeyen GARANTİ'ye 'Kardeşim, insan en azından bir sorar. Ne itoğlu itsiniz' diye çıkıştığımda, 'Haklısınız beyfendi, söylememiz lazımdı' diyecek kadar da pişkin olabiliyorlar.

Son günlerde ise FİNANSBANK dadandı telefonuma. Ne laf anlamaz adamlar yahu! Elli kere 'Kredi kartı kullanmayan biriyim' dedim; laf anlatamadım (Bağış Erten'e göre, öyle dediğim için kurtulamıyorum zaten!). Gerekli gereksiz saatlerde defalarca arayıp taciz ediyorlar. Yetmiyormuş gibi bir de eşek yerine koyuyorlar karşıdakini. Şöyle ki: 444 0 900'den gelen telefonu açtığınızda şu cümle karşılıyor sizi: 'İyi günler. Müşteri hizmetleri servisimize hoş geldiniz. Sizi yeni ürünlerimiz hakkında bilgilendirecek olan müşteri hizmetleri bağlıyorum.' Nereden arandığınızı söylemiyor ki, telefonu kapatmayın. Üstüne üstlük bir de beklemeye alıyor. Sanki ben aradım da mecburum müşteri hizmetlerinde keyif yapan arkadaşı beklemeye... Ayı evlatları sizi!

Bankalar bir numaralı düşmanımdır. İlan ediyorum.