21 Ocak 2012 Cumartesi

Terör Kültürü

Zorbalık
aşağılamalar
göz korkutmacalar
tokatlar
dayak
sopa
kırbaç
karanlık oda
buz gibi soğuk duş
zorla oruç
zorla beslenme
evden ayrılma yasağı
düşündüğünü söyleyebilme yasağı
içinden geleni yapma yasağı
el içinde küçük düşürülme
aile yaşamında gelenekselleşmiş ceza ve işkence yöntemleri arasındadır. Aile geleneği itaatsizliği cezalandırıp özgürlüğü terbiye etmek için, kadınları küçük düşürüp çocuklara yalan söylemeyi öğreten ve korku vebasını yayan bir terör kültürünün uygulanmasını sürdürür.
Şili'de Andres Dominguez, "İnsan hakları evde başlamalı" demişti bana.

Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın kitabı, Can Yayınları

17 Ocak 2012 Salı

Yavşakların adaleti


Bazen neler yazacağımı bilemiyorum. İçimden binlerce kıçı başı olmayan, kafası dumanlı cümle/düşünce geçiyor. Lakin, anlamlı ve soğukkanlı bir metin hâli alamıyor. Sinirleniyorum. Bölük pörçük sinir nöbeti ve bir nevi coşkunluk hâli içinde, ortaya eli yüzü düzgün bir yazı çıkmıyor. Yazamıyorum.

Buraya neden yazıyorum? Kayıt altına almak, rahatlamak, paylaşmak, sövmek, övmek, unutmamak, unutmak... Bir çok sebebi var. Yandaki alıntıda ne diyor Max Frisch: "Yazmak kendini okumaktır, ve (bu) çok nadiren keyifli bir iştir."

Ama, olmuyor işte bazen. İnsan ne yazacağını bilemiyor. Hrant Dink'in katlinin üzerinden beş yıl geçtikten sonra gelen s.kindirik adaletin hükmettiği beraatlerin üzerine ne yazayım ben? İçimden kitap yazmak geliyor, ama burası yeri değil. Analarına sövesim geliyor, ama yeterince günahkârım. Katillerin sırtını sıvazlayanları ağır bir levyeyle ölünceye kadar dövüp leşlerini Halkalı Çöplüğü'ne atmak geliyor, kendilerinden bir farkım kalmaz diye vazgeçiyorum!

İçerde semirip ağır siklet güreşçi kıvamına gelen Ogün, "Beni kullandılar. Bir tek ben mi suçluyum? Hepsinden hesap sorulsun" itirafında bulunuyor. Ama "Orhan Pamuk akıllı ol" dayılanmasıyla belleklere kazınan Yasin dışında kimse bu cinayetten hüküm giymiyor.

Polisin ihmali ve bağlantısı, daha cinayetin ilk haftasından itibaren parıldarken, âli devlet, kendine bok sürdürmüyor. Trabzonlu delikanlının cahilliğiyle olayı bağlıyor.

"Adalete güvenmek" diye bir olay yok artık benim lugatımda. Bu rezaleti temizleyene kadar yok. Lugatta açılan boşluğa "Yavşakların adaleti" maddesini ekledim. Şöyle ki:

Yavşakların adaleti: [deyiş, tanım] (a) Piçliklerini örtbas etmek isteyen her türlü otoriter oluşum, devlet ya da oligarşinin, kendi iktidarını yüceltmek veya pekiştirmek için, adalet mekanizmasını çeşitli yavşaklıklarla şekillendirmesi; (b) yavşak diye tabir edilen insanların ürettiği adalet; (c) "hukuk katliamı" için kullanılan bir çeşit tabir; (d) [mecaz] Türkiye'de medya tarafından '2011 referandumuyla birlikte değişti, tertemiz oldu' gazı verilen, gerçekte kendisinden önceki adalet sistemi garabetinin mutasyonu olarak yoluna farklı bir yaratık olarak devam eden hayvan.

1 Ocak 2012 Pazar

Bir içim SU

Yılın ilk günü, bu yılın en önemli mevzusu üzerine biriktirdiğim notları düşmek istiyorum. Sudan bir mesele üzerine...

7 milyar insanın yaşadığı, önümüzdeki 30 yıl içinde buna iki milyarın daha ekleneceği dünyada, her birimizin günde 2 ila 4 litre arasında sadece içmek için ihtiyacı olduğu ana maddemiz su, bahsetmeye değer değil mi? Günde en az 14 milyar, yılda 5.1 trilyon litre içme suyuna ihtiyaç duyulan bu ortamda içine girmiş bulunduğumuz 2012'de ciddi bir kuraklık öngörüsü var. Meteoroloji ve iklim bilimciler, 2013'ün ise son 1400 yıl içindeki en sıcak yıl olacağını tahmin ediyor.

Bu durumda bize düşen ne? Su kaynaklarını verimli bir şekilde kullanmak ve su bilincini artırmak. Su bilinci yerleşmesi için yapılacak her çalışmayı paylaşmak, insanlarla konuşmak, anlatmak, yazmak, eyleme geçmek. Sosyal medyadaki tüm olanakları kullanmak.

Bir yandan da mümkün olduğunca su tasarrufu yapmak. Bu önemli. "Benim yapmamla ne değişir ki?" düşüncesi bizim ülkemizde çok geçerli bir akçe ne yazık ki. Yahu, sen bir yap hele, koru şu suyu, hem az öde, hem huzurlu ol, hem de insanlara örnek ol... Sen yapmadan başkasına nasıl 'Bilader su var ya çoğ önemliymiş' diye nutuk atacaksın?

Su gibi aziz olmadan önce, şunları uygulayalım:
(Psst, Çeko! Sen yapıyor musun len? - Yeminlen.)

Acil olarak alınacak önlemler
1. Banyoda sürekli bir kova bulundurup, suyun ısınmasını beklerken akıttığımızı bu kovaya doldurmak. Bu sayede, boşa akacak suyu, başka şekillerde kullanmak mümkün. Benim klozet hemen yanda mesela, oraya kullanıyorum

2. Klozetlerde az işemeye (gerekmediği sürece) sifon çekmemek. Ya da yanda bulundurduğumuz suyla kokmasını önleyecek sulamayı yapmak. Böylece haznedeki hayvani suyu büyüğe saklamak. (Büyük 75 kuruş tabelası aklıma geldi WC'lerdeki. Ama konuyla alakasız, geçelim.)

3. Diş fırçalarken ve traş olurken suyu kapalı tutmak. Bakmayın siz Arko ve ayarı reklamlardaki beyinsiz heriflere. Kapatın suyu, akmasın boşuna.

4. Atık yağları biriktirmek, musluktan aşağıya şarrr diye akıtmamak. Zira doğada kullanacağımız ve bize dönüşü olan suyu çok ciddi etkilediği için dolaylı bir önlemdir.

Sonraki aşamalarda alınacak önlemler
5. Klozet üreticilerine artık şu hazneleri iki şekilde yapmalarını bir an önce sağlamak. Ota boka 15 litre su gidecekse, ne s.kim yemeye uğraşıyoruz?

6. Arabalarını ve halıları içme suyuyla yıkayanları eşşek malum yerden dönünceye kadar benzetmek.

31 Aralık 2011 Cumartesi

2011 AHUTUBU Ödülleri

Geçtiğimiz yıl ilkini verdiğimiz kendine has kategorileri olan AHUTUBU ödüllerimizin 2011 yılı sonuçları aşağıdaki gibidir. Arz ederim.

YILIN ADAMI - Sahipsiz

Ne yazık ki küresel dünyamız yılın adamlığına değecek ölçüde bir performans üretemedi.

YILIN DÖNEĞİ - Müge Anlı
Yakıcı Van depreminin ertesi günü "hıncım var" edebiyatı yapıp, s.kindirik TV programında "Oh olsun canıma değsin" makamından türkü okuyan Müge, tepkileri alıp da g.tü kurtaramayacağını anlayınca, vakit kaybetmeden çeşitli programlara bağlanarak "yanlış anlaşıldım" şambiyelinin içine girdi. Ertesi gün ise söz konusu s.kindirik TV programı, dört saatlik bir ağıt şova dönüştü.

YILIN ŞAŞKINI - NTV
Bu yıl stüdyolarını, formatını ve de kafa yapısını değiştiren NTV, Ruşen Çakır, Mirgün Cabas, Banu Güven gibi üç emektarını ekrandan kovarken, yerine hiçbir şey koyamadı. Oğuz Haksever'in sabah akşam yaptığı programlarla günleri kurtarmaya çalışırken, yıllarca kazandığı güveni de çarçur etme konusunda çaba içine girdi. Evet, fikirsel düzeyde bir Müjde Ar ile Aysun Kayacı kapışması izlemiyoruz ama, bu şaşırtıcı değişim onu bile aratır hale ilerliyor.

YILIN GÖRMEMİŞİ - Ali Ağaoğlu
Arazi var mı arazi?

YILIN PİSAGORU - Devlet Bahçeli
Üst üste ikinci yıl bu ödülü alan Devlet Bahçeli, bu kez de iktidar hesabında bizleri matematiğin derinliklerine saldı. Yalnız, benim aklıma geleni Youtube'a yorum bırakan kardeş de sormuş: "İyi de sokaktan niye dört lan?" Bahçeli Reyiz'in müthiş hesabı.

YILIN EŞŞEĞİ - Bir kısım Libyalılar
Batı desteğiyle ittirme ve başlarına bela olacak bir devrim gerçekleştiren Libyalı isyancılar, 40 yıl boyunca halka kan kusturan diktatörleri Muammer Kaddafi'yi öldürdükleri sahneleri telefona çekip internete verdiler ve resmen kurşunu ayaklarına sıktılar. Bunun bir onur meselesi olduğunu o "coşkun" anda düşünemediler. Ama o görüntülerle ırkçı Amerikan medyasına, uluslarını dolaylı yoldan aşağılama malzemesini bizzat elleriyle sağladılar. 21. yüzyıl tipi cahillik diyoruz biz buna.

YILIN SEVİNCİ - Nuri Bilge Ceylan
Büyük yönetmen, harika yapıtı Bir Zamanlar Anadolu'da ile Cannes'da artık alıştığı ödül seremonisindeydi. Bu kez, -nihayet- filmi boş salonlarda oynamadı.

YILIN KAYBI - Newsweek Türkiye
Daha takvimin ilk haftasında geldi kapandığı haberi. Eli yüzü düzgün haber dergisi Newsweek Türkiye, henüz üçüncü yılında para babası Ciner'in gözüne battı ve kapatıldı.

YILIN ŞAKLABANI - Rasim Ozan Kütahyalı
Giderek gözden düşen kısa dönem şövalye ROK'un, yakında gür sesiyle evlilik programlarında fikir beyan edicisi olmasını temenni ediyoruz.

YILIN ORTASIÇANI - Mehmet Ali Aydınlar
Elinde patlayıveren şike bombasıyla ne yapacağını bilemez hale gelen futbolun patronu. Bu yıl haline en çok acıdığım insan olan Aydınlar, ne İsa'ya, ne Musa'ya yaranabildi. Zaten seçenekler arasında 'yaranma' diye bir şık yoktu.

YILIN TV ÇİÇEĞİ - Seda Selek
Yıllardır çiçeklikle çileklik arasında gidip gelen bu enfes ve tombik ablamız, çeşitli ve güzide saçlarıyla tek kişilik jürimizin benliğini benden alırken, bu unvanı layıkıyla hak etmişlerdir. Kendisine ödülünü takdim etmek üzereeee...

YILIN KEYFİ - Daegu 2011
Atletizm Dünya Şampiyonası'nı izlemek yeterince büyük bir keyifti. Tüm yıla yetti.

YILIN TV BOMBASI - Adnan Aybaba
Mallığın diz boyu olduğu 'poroğramdan' bir rezillik anını seçiverdim. Gerisini bilemem. İzleyin.

YILIN YANAN CİĞERİ - Utoya Adası katliamı
Güzelim Norveç'te 22 Temmuz tarihinde akıl hastası bir insanın yaptığı katliamda çoğu genç 84 insan yaşamını yitirdi. Aşırı sağcı Norveçli katil, soğuk kanlılıkla eylemini savunurken, insanların kanını dondurdu. Ölenlerden biri, İşçi Partisi Gençlik Kolları'nda görev yapan 17 yaşındaki geleceği çok parlak dünyalar güzeli Gizem Doğan'dı.

YILIN KAZANCI - Fatih Avan
Atletizm'de harika bir sporcu kazandı Türkiye. Cirit gibi varlık göstermenin hayli zor olduğu bir dalda henüz 22 yaşında 84.79 gibi sıkı bir Türkiye rekorunun yanı sıra bu yıl dünyada 80 metreyi en fazla aşan sporcu olmayı da başardı. Olimpiyata sekiz ay kala bu heyecan bize yeter.

YILIN ÇİRKİNİ - Ucube'nin yıkılışı
Heykeltraş Mehmet Aksoy'un Kars'taki İnsanlık Anıtı, henüz tamamlanamadan yıkıldı. Sebep? Âli Başbakanımız hakkında 'Bu ne ucubedir?' buyurup, "Tiz boynunu vurun" dediler. Medyamız da "Aaa, Hakkaten ucubeymiş. biz fark etmemiştik. Sağolasınız sayın Recep" diye tempo tuttular. Sonrasında ustalar geldi ve putları yıkan Taliban'ın bir nevi provasını yaptılar. Akıllarınca besmele çekerek de fazladan sevap kazandılar.

8 Aralık 2011 Perşembe

Fotoğrafa iyi bakın

Son günlerde okuduğum fotoğraflarla dolu bir anılar kitabı. 19'uncu sayfasından çektim bu kareyi. Bakın, iyi bakın. Anadolu'nun bağrındaki Şebinkarahisar'ın hemen önünde memleketine gelen iki Anadolu insanının resmi bu. Deyin ki, Abdurrahman Amca ile oğlu Mehmet Ali. Deyin ki, Mehmet Dede ile Hikmet Emmi. Deyin ki, Türkiye'nin en büyük sanatçılarından Ara Güler ve babası Dacat Amca.

Anadolu toprağının süzme Türk yurdu olduğunu iddia eden cühelâ takımı iyi baksın bu fotoğrafa. Bin yıldır burada yaşayan Ermenilerin varlığını yok sayan zihniyete tokattır bu. Her yerinden buram buram Anadolu akan bu kare, gerçeği haykırıyor. Bir kısım faşistin korkuyla, siyasetle, kanla, tehditle sindirmeye çalıştığı Ermenilerin köydeki emmimiz olduğunu ispatlıyor.

Bakın. Adını taşıdığım dedemin Trabzon'daki, ya da bir Yörük'ün Antalya kırsalındaki resminden ne farkı var? Hepsi de aynı Anadolu insanı.

---
Resim, Türkiye'deki Ermenilerin yaşamları ve hatıralarıyla ilgili 30 söyleşinin yer aldığı Mayda Saris'in "İzi Kalır Hatıraların" kitabından alınmıştır. Bilgi için: ARAS Yayıncılık

27 Kasım 2011 Pazar

İnternet: Zarar-ziyan

İnternet, şu satırları okurken dahi içinde bulunduğumuz sanal mekan. Birbirine çıkan milyonlarca sokak ve onbinlerce karışan yüz, imge, düşünce, küfür ve kıyamet. Galiba doğrusu bu: Kıyamet!

Bir iletişimci olarak internet kavramını hep savundum. Muhtemelen 'sesleri duymak', 'örgütlenmek', 'haykırmak', 'buluşmak' için ömrümün sonuna kadar da savunacağım. Savunma sebeplerimi tırnak içine almam, basit bir vurgu için değil. Her birinin üzerine bir tartışma yapabiliriz. Ama şimdi oraya girmeyelim ki, konumuz dağılmasın.

Savunmaya devam etmek, hayatımızı köklüce değiştiren 'kıyamet' üzerine düşünmeye ya da onu tartışmaya engel değil. Kavramsal olarak interneti rakipsiz bir meta tanımıyla insanlığa en büyük kazanç olarak sunmak, tüm yanında durmuşluğuma rağmen karşısında olacağım bir fikirdir. Hayır. İnternet, okyanusları yutan dev gemilerden, demiri işlemekten, kağıttan ya da sinemadan daha ötelerde bir eşsizliğe sahip değil.

Ama korkarım ki 10 yıla kadar internet, en azından etki bakımından yaşam içinde erittiğimiz diğer keşiflerin - ölçülebilir biçimde - önüne geçecek. Bunu hergün otobüste, simitçide, lokantada, banka sırasında, okul kapısında gördüğümüz yazışan kitlelere şahit oldukça hissedebiliyor musunuz?

İnternetin korkutuculuğu yüz yüze iletişimi öldürmesinden ileri geliyor. Artık konuşurken, gözlerin içine bakılmıyor. Öğrenciler, iki arka sırada oturan arkadaşını tenefüste kantine mesajla çağırıyor. Yahut sevgili, öpücüğünü 'muck' yapan sevimsiz bir dudak grafiğiyle yolluyor 'aşkm'a... Hayatında üç kez kitap okumaya kalkmış, ama sıkıldığı için yarım bırakmış öfkeli cahil, söz gelimi bir bilim adamına binde biri kadar bilgi sahip olmadığı bir konuda sövebiliyor. Rahatça.

İnsanlar artık merak ettiğinde soruşturmuyor, araştırmıyor. Yalnızca "search" kutusuna yazıyor. Ve ekranda gördüğüne iman ediyor. Tehlikeli olan bu.

Bu yüzden içinde bulunduğumuz dönem, 'bilgi çağı' olduğu oranda 'dezenformasyon çağı'. Doğrunun yanında yanlış, kurunun yanında yaş da var. Kısaca, iki uç arasında mesafe, internet düzleminde pek de uzak sayılmaz.

7 Kasım 2011 Pazartesi

İki ölümsüzün yadigârı

Onbinlerce insanın koştuğu New York Maratonu, dünya kültürlerinin mozaiği olan sevgili kentini 42’nci kez harekete geçirdi. Bu yılki koşu, yarışmanın bugünlere gelmesinin en önemli sebeplerinden Grete Waitz ve yarışın kurucusu Fred Lebow’a bir saygı ödemesiydi.

Staten Island’ı Brooklyn’e bağlayan Verrazano-Narrows Köprüsü’nün girişindeki mahşeri kalabalık, sabah koşusuna hazır. Bizdekini andıran 1300 metrelik bu köprü, Central Park’a uzanan rotanın başlangıcı. New York’un beş bölgesine de uğrayacak olan kalabalık, 42 kilometre sonra dünyanın en çok ziyaret edilen parkında nefeslenecek. 42’nci kez düzenlenen New York Maratonu’nun rutin çizgisi bu...

New York Maratonu, 1970’te bir park koşusu olarak başladı, ama NYRR’nin (New York Yol Koşucuları) inatçı girişimcisi Fred Lebow’un ısrarlı tutumuyla bugünkü halini aldı. 1976’da kentin bölgesini (Staten Island, Brooklyn, Queens, Bronx, Manhattan) de gezip, yüzlerce kavşağı birer birer ölçen Lebow, bu güzel rotayı çizmişti. O günlerde tanıtım için yaptığı basın davetine tek gazeteci bile gelmemiş olsa da, Lebow’un dahiyane fikri, bugün 300 milyon doları aşan ekonomiye sahip eşsiz bir yarışa dönüştü.

Dünyanın en eski maratonu Boston, 19’uncu yüzyılın sonunda başlamış olsa da, kent maratonlarının ortaya çıkışı 1970’lerde gerçekleşti. Değişen yaşam koşulları ve artan sağlık problemleri jogging (hafif tempolu sağlık koşusu) devrimini, o da maraton patlamasını tetikledi. İstanbul Avrasya Maratonu’nun da dahil olduğu günümüzdeki bir çok yol yarışı 1970-80 arası dönemde başladı.

1970’teki ilk yarışta tamamı NYRR üyesi 55 koşucunun tamamlayabildiği New York Maratonu, geçen yıl 45 bin 103 ile tarihte en yüksek maraton bitiriş rakamına ulaştı. 41 yılda 900 bine yakın insanın finiş çizgisinden geçtiği bu yarış, evrenin merkezindeki New York kentinin gurur kaynağı oldu. Bu gurur listesine Vietnam savaşında kaybettiği ayakları olmamasına rağmen elleri üzerinde giderek 1986 yılında 98 saat sonunda ortak olan Bob Wieland’ın sözleri, New York Maratonu’na olan tutkunun en güzel ifadesiydi: “Bu yarışta kimseyi geçemedim. Ama bu yarışı hiç koşmamış olan 300 milyon Amerikalı’nın önündeyim...”

‘Great’ Waitz
Bu yıl New York Maratonu, hüzünlü anılar eşliğinde yapıldı. Kenti vuran 11 Eylül terörünün 10’uncu yıl dönümündeki yarış, aynı zamanda maratonun koruyucu meleği Grete Waitz’in kaybedildiği yıla denk geldi. Nisan ayında yaşamını yitiren Norveçli ikona Waitz, New York Maratonu’nun şanını yücelten isimlerin en başındaydı. Hayatında hiç maraton koşmamasına karşın, bir aile dostlarının ısrarıyla katıldığı 1978 yılında 2:32:30 ile dünya rekoru kırarak ipi göğüsledi. Oysa ki yarış direktörü Lebow, 3000 dünya rekortmeni olmasına rağmen Amerika’da pek bilinmeyen bu kadını, yarışın başlamasına sadece üç hafta kala rekor hedefleyen Alman Christa Vahlensieck ve ABD’li Micki Gorman’a iyi tempo yapabileceğini düşünerek listeye almıştı.

Waitz’in New York ile ilişkisi bu zaferle sınırlı kalmadı. 1988’e kadar tam 9 kez kazandığı maratonun markası haline dönüştü. Sadece New York’un değil, maratonun da yerküredeki en önemli tanıtım yüzü oldu.

Grete, 1 Kasım 1992’de yıllar içinde en yakın dostu haline gelen Fred Lebow için New York’ta son kez koştu. Kansere yakalanan 60 yaşındaki Lebow, 39 yaşındaki efsanevi sporcusuyla birlikte koştuğu yarışı normalin iki katı zamanda tamamlayabildi. Zaman ölçerde 5 saat 32 dakika 35’lik derecenin altından el ele geçen Lebow ve Waitz, bitkin gözyaşlarıyla kucaklaşırken, bu kare spor tarihinin en duygulu fotoğrafları arasına girdi.

Lebow, iki yıl sonra kanser ile olan savaşını yitirdi. Bu yılın 19 Nisan’ında başka bir kanser de Waitz’i sonsuzluğa gönderdi. New York Maratonu’nun bugünlere gelmesinin iki nedeni, fani dünyadan böylece elini çekti...
---
(*) Yazının tam metni, tr.eurosport.com'da 6 Kasım 2011 tarihinde yayınlandı.

18 Ekim 2011 Salı

İdeal bir gazete

Hayal bu ya... Gazete kurdum kendime. Hep sövdüğümüz medyada güzel insanların da var olduğunu biliyorsunuz. Onları bir araya getiren, sözünü sakınmayan, ama gazetecilikten başka bir iş de yapmayan (petrol, gsm, inşaat) bir gazete... Yani beşinci ayında The Guardian'a, New York Times'a ve Frankfurter Allgemaine Zeitung'a rakip olacak bir gazete.

Türkiye'deki gazetecilik rezervlerinin en iyilerini bir araya getiren bir rüya bu. Çaycısı olmanın Habertürk'e müdür olmaya yeğ olduğu bir gazete. Bu bir ekip bir araya gelsin, 45 yaşıma kadar çaylarını taşımazsam namerdim!

İDEAL
"Günlük bağımsız aktüalite gazetesi"
Eş-yazı İşleri Müdürleri: Ruşen Çakır, Balçiçek İlter
Yayın Kurulu: Selçuk Tepeli, Fuat Kozluklu, Ece Temelkuran
Gündem: Ezgi Başaran, Mete Çubukçu, Murat Yetkin, Murat Akgün, Özlem Gürses, Mirgün Cabas.
Ekonomi: Uğur Gürses, Deniz Gökçe, Meliha Okur.
Dünya: Ceyda Karan, Erdal Sağlam, Ahmet Bağçeci, Ayşe Karabat.
Köşe Yazarları: Yıldırım Türker, Murat Belge, Roni Margulies, Dücane Cündioğlu, Ece Temelkuran, Mehmet Bekaroğlu, Alev Alatlı, Amberin Zaman, Umur Talu, Mehmet Altan, Baskın Oran, Etyen Mahcupyan, A.İhsan Eliaçık, Kürşat Bumin, Ahmet İnsel, Tanıl Bora, Kemal Can, İsmet Berkan, Vivet Kanetti, Deniz Ülke Arıboğan.
Spor: Alp Ulagay, Yiğiter Uluğ, Bağış Erten, Murat Ağca, Murat Yığcı, Kıvanç Koçak, Atilla Gökçe, Bülent Gürkan, Dağhan Irak, Hakan Can, Şaban Petek, Uğur Meleke.
Kültür-Sanat: Cem Erciyes, Yekta Kopan, Alin Taşçıyan, Muhsin Akgün (fotoğraf), Hayko Çepkin (haftalık yazar), Orhan Pamuk (haftalık yazar), Emrah Serbes, Necmiye Alpay, Semih Gümüş, Tarık Tufan.
İnternet-Teknoloji: Serdar Kuzuloğlu.
Röportaj: Nuriye Akman, Ahu Özyurt.
Karikatürist: Selçuk Erdem.
Ombudsman: Oğuz Haksever

Ziyaret için bile olsa içeriye giremeyecekler listesi (24 saat güvenlikte asılı kalmak kaydıyla!): Rasim Ozan K., Mustafa Karaalioğlu, Y-ozdil, Mümtazer Türköne, Emre Aköz, Ergun Babahan, Sergen Yalçın, Emre Tilev, Selahattin Önkibar, Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı, Saba Tümer, Mine Kırıkkanat, Ruhat Mengi, Nagehan Alçı ve şürekası, milletvekili olan Şamilgiller ve hülâsası, Helin Avşar, Yiğit Bulut.

17 Ekim 2011 Pazartesi

NTV'nin havalı sezon açılışı

Aylardır TV ekranlarında görmediğim Ruşen ÇakırCNN Türk'te konuk olarak izlediğim bugün, NTV'nin 'yeni' yayın dönemine girdi. Kendi içinde bir çatışma anı. Ruşen Abi'nin (de) olmadığı bir yeni yayın dönemi, NTV'nin son bir kaç yılda negatife doğru dönüşümünün köşe başı.

Kanala yıllarca emek vermiş Ruşen Abi, geçtiğimiz sezon 'baskılar altında' tamamladığı Yazı İşleri'nden sonra dinlenmeye alındı. Yaz aylarını Burcugillerle geçiren NTV, anlaşılan bu dönemde inşaata hız vermiş. Ve övüne övüne bitiremedikleri yeni Doğuş binasındaki stüsyolarını açtılar bugün. Işıklı mışıklı, kübik bir tasarım. Boş ve nahoş.

NTV'nin haberciliği, geçtiğimiz seçim döneminde çok ciddi yaralar alırken, (benim aman aman bayıldığım bir insan olmasa da kuşkusuz iyi bir haberci) Banu Güven'in ayrılmasıyla izleyici nezdinde sorgulanmaya başladı. Programların etliye-sütlüye girmemesi, haber bültenlerinin içeriklerine ayar çekilmesi, iyi programların yayından kaldırılması 'bildiğimiz NTV kıvamının' sulanmasına neden olan gelişmelerdi. Ya şimdi?

Şimdi mimari ve teknik üstünlüğüyle caka satan bir 'habercilik devi' var karşımızda. Habertürk gibi. 'Bazıları gibi' laf çakmalarıyla dolu küçük tanıtım filmleriyle geçirdikleri geçen sezonun ardından onlara benzemekte olan bir kuruma dönüşüyor NTV. Yaratıcı kuşaklar, iyi haberciler, ses getiren haberler, yerini 'Türkiye'nin en teknolojik stüdyosu, bol ışık, bol güzel yüz ve cafcafa' bırakıyor... Bir tane Yiğit Bulut'a ihtiyaçları olacak. Zira bu yeni mantaliteye, 'Biz en iyiyiz' edebiyatının ebedi nobellisi Yiğit Reyiz gider en iyi.

Artık pek bir özelliğin yok NTV. Yıllarca üzerine koyduğun sermayeni çabuk yiyip bitir de temiz olsun.

9 Ekim 2011 Pazar

Her tür ırkçılıktan bir demet rica edeyim

Son günlerde Abdullah Öcalan'a özgürlük için harekete geçen inisiyatifler, eylem ve çatışma düzeneğini oluşturmuş durumda. Kürt halkının her bir sorunu çözülmüş gibi, bu karmaşada önceliği 'Apo'ya özgürlük'e verenler var anlaşıldığı kadarıyla...

Kürtlerin bugüne kadar devlet zulmü altında ezilirken, elde edilen bir bölüm hakların, Abdullah Öcalan'ın başlattığı terör hareketinin sonrasında kendilerine verildiği mâlum. Ama burada 'Bu iş ancak böyle oluyor, kafalarına vura vura alacağız hakkımızı' sonucu çıkacağını hiç sanmıyorum.

Devlet güçlerinin hâlâ zorbalık yaptığı, 7 bin küsür KCK'lıyı sindirme amaçlı demir parmaklıklar ardına attığını unutmayalım. Uzatılan sınırötesi tezkerelerin, hâşin Bahçeli Başbuğ'un 'Kandil'e bayrak dikme' saçmalıklarıyla sorunun çözülemeyeceği de mâlum. Ama şu da kesin ki, Abdullah Öcalan'ın serbest bırakılması da bir çözüm olmayacağı gibi, zaten girift olan meseleyi iyice arap saçına döndürüp, ülkedeki iki ultra milliyetçi kümeyi çeteler savaşına çeker.

Abdullah Öcalan'ın birileri için özgürlük savaşçısı olarak kabul edilebilir. Bu birileri, büyük bir kitle de olabilir (Ki Güneydoğu'da Öcalan'dan hiç hazzetmeyen hatırı sayılır sayıda insanının da Kürt milliyetçi zorbalarca sindirildiğini biliyoruz. Hürriyet yazdığı için değil, onlarca Kürt arkadaşlarımızdan bizzat duyduğumuz için biliyoruz!). Ama bu, adamın suçlu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Öcalan, bunca insanın hayatını kaybettiği bir sorunda baş suçlulardan birisidir. Cezasının eksiltilmesi, adaletin gramla dağıtıldığı bu ülkede tüm itimat söylevlerinin üzerine siyah bir bant çeker.

Kürt sorununda, "terör" tarafının baş sorumlusu hapisteyken, aynı kirli savaşı "devlet" adına verenlerin dışarda olmasıdır sorun. Mehmet Ağar ya da her kimse, 90'lı yılların şerefsiz askerliği sorgulanarak ve gerekli cezalara çarptırılarak tam adalet sağlanır. Suçlular salınarak değil.

Kürt kardeşler, Öcalan'a özgürlük ile sidik yarışında uzağa işemekten evlâ bir sembolik hedeften sıyrılıp, asıl meselelere odaklanmalı. BDP, "emir kulu" partisi kıvamından çıkıp, halkını seslendirmeli.

Üç hilalli ırkçılıktan yeterince çektik, bir de üç renkli ırkçılıkla uğraşmayalım.

6 Ekim 2011 Perşembe

Bir doğa kahramanı: Roz Savage


"Just keep going, just keep rowing..."

Böyle diyordu Britanyalı kürekçi Roz, kendisini motive ederken. Küçük dünyamızın vahşi sularının her dalgasına bizzat değmişliği var bu kadının. Üçüncü Okyanus küreğini de tamamladı iki gün önce. Roz Savage, böylece dünya üzerinde Atlantik, Pasifik ve Hint Okyanusu'nu tek başına sadece kürek çekerek geçen ilk kadın olmayı başardı. Dünyayı, su kaynaklarını, ormanları acımasızca tükettiğimiz günlerde okyanusun açıklarında yaşamın ne kadar değerli olduğunu ispat etti takipçilerine. Teknesinden internete yansıyan anlık sinyal ile, binlerce takipçisi anbe an onu takip etti. Roz, Pasifik'e göre pamuk gibi olan Hint Okyanusu'nun dalgalarıyla baş ederek 154 günlük macerasını tamamladı.

Eski bir Oxford kürekçisi olan Roz, büyük bir iş başardı. Gezegenin sömürülen zenginliklerini gördü. Güzelliklerini okşadı. Ve bize 'bindiğimiz dalı' kesmememiz gerektiğini hatırlattı. Ekolojik dengenin ne kadar önemli olduğunu...

Roz Savage, Üç Okyanus performansı:
Atlantik - 14 Mart-6 Ekim 2006 (103 gün)
Pasifik - 1. bölüm: 25 Mayıs-1 Eylül 2008 (99 gün), 24 Mayıs-5 Eylül 2009 (104 gün), 18 Nisan-3 Haziran 2010 (45 gün)
Hint - 4 Nisan-4 Ekim 2011 (154 gün)

Atlantik'teki kürek performansından bir bölüm: YOUTUBE

Bilge

Nuri Bilge Ceylan, amansız takipçisi olduğum, sanatıyla beni çevrelemiş yönetmenlerden biridir. Kötü işi konduramam kendisine. Bir gün kötü bir iş gelecek diye korkarım, ama gelmez. İklimler, diğer filmlerine kıyasla "daha az" sevdiğim bir filmi oldu, hepsi o kadar. Usta, benim gözümde her yeni filmiyle büyülü dünyasını beğeni atmosferimin bir üst tabakasına taşımayı başardı.

Ceylan'ın stilinin herkese gitmeyeceğini biliyorum. Filmleri biraz kitap okumaya, biraz tablo bakmaya benzer. Ama bu tarzın, bana sorarsanız en güzel yanı da karakter çözümlemeleri için harika ipuçlarıyla dolu psikolojik çözümlemeleri yapmaktır. Karakterlere asla 'film için yazılmış' diyemezsiniz. Sanki sinemadan çıkınca Şişli Etfal'in köşedeki simitçinin önünde toslaşacakmışsınız kadar gerçektirler.

Bu karakterleri bu kadar kanlı canlı kılan, kuşkusuz Bilge'nin harika gözlemleri kadar yazdığı nefis diyaloglar. Daha doğrusu, Nuri Bilge'nin diyalog yazdığını da düşünmüyorum. Sadece neler söyleyeceğini anlatıyor bence oyuncularına. Onlar da uyguluyor. Çünkü yazılmış bir diyalog, bu kadar iyi olmadı sinema tarihi boyunca. Hiç olmadı. Ya da şöyle diyeyim: Ben bu kadar gerçekçi diyalogları olan başka sinemacı görmedim.

Son filmi Bir Zamanlar Anadolu'da, harika bir iş. Ama diğer filmlerinden ayrılan iki yönü var. Birincisi, Nuri Bilge filmlerinde görmediğimiz kadar uzun olması (157 dakika). İkincisi de - belki de uzun olmasıyla bağlantılı - yine daha önce hiç tanık olmadığımız kadar "kahkaha karesi" barındırması.

Film, estetize ve pastel tonların (özellikle bir buçuk saate yakın gece bölümünde) ağırlıkta olduğu eşsiz Nuri Bilge planlarıyla dolu. Ama hikaye (Öküz Hıncal'ın beyni almamış olabilir, onun sorunu) yine gayet çarpıcı ve ilerledikçe kişilik analizleri ve yan hikayelerle zenginleşiyor. Üç Maymun'da ve Uzak'ta sıkça vurguladığı 'iki yüzlü ve sinik' insan tipini, Orta Anadolu'nun mâlum kaba-saba bozkır insanıyla yoğuruyor bu kez akıllarda. Ortaya da enfes karakterler çıkıyor.

Muhtar'ı oynayan filmin ortak senaristi Ercan Kesal, artık usta bir jön diye tarif edebileceğimiz Taner Birsel, usta oyuncu Yılmaz Erdoğan ve de Ahmet Mümtaz Taylan, gerçekten akıllara kazınan performanslar çıkarmışlar filmde.

Bir Zamanlar Anadolu'da / Yön: Nuri Bilge Ceylan
Film notum: 10 üzerinden 9.

4 Eylül 2011 Pazar

Daegu anları

Dünya Atletizm Şampiyonası'nın Güney Kore'nin Daegu kentindeki 9 günlük kasırgası sona erdi. Olimpiyat öncesi peşrevinde bir sürü unutulmaz an yaşadık. Ama bunların bazılarının izi diğerlerine göre çok daha kalıcı olacak. Güzel spor atletizmin 2011 zirvesinden damıttığımız 10 an...

10. Şampiyonanın finalistlerinden 20 yaşındaki Tuğba Karakaya'nın 1500 yarı final serisindeki son düzlük sprinti ile aralarında Meryem Yusuf Cemal'in de bulunduğu 5 kişiyi birden geçmesi. Ve ciritteki harika çocuk Fatih Avan'ın dünya beşinciliği.

9. Carmelita Jeter'ın 100, Veronica Campbell Brown'ın 200'de altın, Anastasia Kapaçinskaya'nın 400'de gümüş kazandıktan sonraki madalya gözyaşları...

8. Kadınlarda "enine atlanan" tarihin en kötü uzun atlama finali.Britney Reese, 6.82 ile birinci olduğu uzunda daha önce sadece üç kez 7 metre altında (6.98, 6.99, 6.89) atlayan şampiyon çıkmıştı.

7. Etiyopyalı İbrahim Ceylan'ı atletizmin unutulmaz 10 bin finişleri arasına kazıyan "Ngeny sprinti". Bu sprint, son gün 5 bini kazanan Britanyalı Mo Farah'ın 5-10 bin dublesini engelledi.

6. 400'ün iki finalindeki omuz omuza koşular: James-Merritt, Montsho-Felix. 18 yaşındaki Grenadalı Kirani James, olimpiyat şampiyonunu yendi, Botsvanalı Amantle Montsho ise ülkesinin tarihine ilk dünya şampiyonu olarak geçti.

5. Daegu'nun heyecanlı 110 engelli finalinde birinci gelen Kübalı Dayron Robles'in eliyle yan kulvardaki Xiang Liu'yu bozduğu için diskalifiye edilmesi. Aynı yarışta bu ikiliyle kapışması beklenen sezonun en formda ismi David Oliver'ın kariyerinin en kötü final koşusunu yapması.

4. Kenyalı Vivian Cheruiyot'un şampiyonada yer almayan Tirunesh Dibaba'ya nazire yapıp, "Beraber rekorlara koşalım, bırak bu pintileri" imasında bulunması! Cheruiyot, 5-10 bin zaferleriyle gelecek yıl için Etiyopyalı Tirunesh Dibaba'ya göz dağı verdi ve Daegu'nun yıldızı oldu.

3. Rekorsuz bitecek diye beklenen şampiyonaya el sallarken gelen Carter, Frater, Blake ve Bolt'un Jamaikasının getirdiği 37.04'lük 4x100 dünya rekoru.

2. Sprint kralı Usain Bolt'un malum 100 metre fodeparı ve sonrasında ayyuka çıkan çıkış kuralı tartışmaları.

1. Avustralyalının şimşek hızındaki kadını Sally Pearson'ın 100 metre engellideki 12.28'lik koşusu.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

TRT: Yandı gülüm keten helva

Küçüklüğümüzden itibaren onlarla büyüdüğümüz için iyi biliriz. Böbürlenmenin de bir TRT'cesi vardır: 'En güzel ve doğru Türkçe' diye böbürlenilir cup-tıs müzikli tanıtım filmlerinde. Sonra bir kadın çıkar, beyaz ceketiyle, kollarını kavuşturup 'doğru, tarafsız haber' diye bir teraneye vurgu yapar. Ki, hiç bir zaman bir devlet televizyonu "tarafsız" olamaz. BBC dahil. Ve "hızlıyız, iyiyiz, öncüyüz, b.kuz, püsürüz..." diye sürer gider bu gerinme teaser'ları (Şu son şerefsiz kelimenin derhal tek parça Türkçe karşılığı bulunsun yahu, kullanmak zorunda kalıyorum hep!)...

Hatırladınız değil mi? 1980'ler, 90'lar, 2000'ler... Bir gözden geçirin: TRT'nin bu "Önce biz vardık, keh keh" tonundaki gerinmeleri tanıdık gelir mutlaka.

Ne oldu? Yıl 2011. Sidik yarıştıran bir TRT'miz var şimdi, atılım üzerine atılım yapıyor. Ama içerik çöküyor mübarek! Sansürün bini bir para. Çuvalla para harcanan ve izlenme ölçümlerinde mors olan yapımlar. Bol gazla açılan ve çakılan kanallar (TRT Türk hariç tutulabilir).

TRT deyince artık üç şey aklıma geliyor benim: Kuruluşundan beri aslî görevi saydığı hükümetin gür sesli borozanı olmak, Tuna Nehri bile akmam derken oluk oluk boşa akan paralar, bir de son zamanlarda ortaya çıkan halleriyle rezalet işçilikler. Rezalet işçiliklerden kasıt? Anlatıvereyim.

Bu biraz çalışan değişimiyle de alâkalı. Eskiden de dört başı mamur iş çıkarılmazdı TRT'de bence. Ama böyle fahiş hatalar, garip muhabbetler, İngilizce soru soramama saçmalıkları, Türkçe'den bihaber metinler de olmazdı.

Geçen bir yerde iftardayım. Doğal olarak iftar ezanı TRT'den beklendiği için (sanki vahiyle emredilmiş!) TRT1 açık TV'de. Ezan biter bitmez de zart diye ana habere paslıyorlar milleti. Daha çorbanın ilk kaşığı genizdeyken "TRT Haberden İyi Akşamlar. Din düşmanı Pe-ka-ka, yine cami bastı. Dinle alakası olmadığını gösterdi. Tümü dinsiz bunların sevgili seyirciler" ayarında bir cümleyle süzme propaganda haberi verdi bülten. Bir sürü insan o anda orucunu açıyor, onlar da fırsat bu fırsat PKK'nın din düşmanlığı üzerinden resmi bir fikir pompalamaya uğraşıyor.

Vurgum, PKK'nın din düşmanlığı veya sempatizanlığı değil. Bana göre adam öldürenin dininin olup olmaması hiç önemli değil. Adam öldürüyorsa katildir, nokta. Bunun Budisti, müslümanı olmaz. Altını çizdiğim nokta, TRT'nin zamanlaması ve haberde kullandıkları dil.

Örneğe dikkat edin: Eskiden de "bölücü örgüt" haberleri yapardı TRT, o zaman bölücülüktü vurgu. Şimdi din düşmanlığı. Es kaza Tuncay Özkan Başbakan olsaydı, "Atatürk düşmanları" olacaktı.

Haber bantları, aksiyon filmi gibi: "Önce okul yaptırdı... dındırıdın dın... Sonra cami... Dındırıdın... Şimdi ise çeşme... (su sesi). Kayserili Mustafa Tokmak örnek bir vatandaş... dındıdırıdıdın". Lan bunu Şovtivi denilen zırva 15 yıldır yapıyor zaten, ancak mı akıl ettin demezler mi adama?

Bir zamanlar TRT 2 vardı. Seynan Levent de olsa her akşam, harika programlar izlerdik ardından. Alev Alatlı, Attila İlhan... Efendim bir Rock Market olurdu bazen. Düzgün kanaldı. Kapandı kapanalı TRT yamuldu, farkında mısınız? Haşmet Babaoğlu, "Ah ne olur kapatmayın TRT2'yi" diye o kadar yırtınmıştı. Boşuna değildi adamın haykırışları.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

İslam toplumlarının sorunu

Geçtiğimiz günlerde twitter'da gördüğüm bir mesaj, zıvanadan çıkmam için yeterli oldu. Konunun kökeniyle ilgili pek bilgisi olmadığı belli olan bir arkadaş, Sudan'ın ikiye ayrılmasının ardından 'Güney Sudan'ı tanımıyorum' diye bir mesaj yazmıştı. Ve takip listemdekilerden birisi de bunu re-tweet yapmış, ben öyle gördüm mesajı...

Bu mesajdan hareketle, kendisini müslüman olarak tanımlayan ve Türkiye'nin de içinde bulunduğu doğu coğrafyasında yaşayan insanların ezici bir çoğunluğunun düşünsel sorununa eğilmek istedim.

"Güney Sudan'ı tanımıyorum" mesajının altındaki basit anlam şu olsa gerek: "Müslümanların yaşadığı kuzeyden ayrıldınız, o yüzden sizi tanımıyorum". Bu kadar basit yani beyinde ayrıştırmak olayı... Yıllarca güneyin anasını ağlatan, hatta halkının önemli bölümü Arap ve müslüman olan Darfur'da 6 yılda 400 bin kişiyi katlederek, 'soykırımcı' madalyonunu hak eden piç Devlet Başkanı Ömer El-Beşir'in hiç günahı yok. Zaten Tayyip de gidip görmüştü hatırlayacaksınız, "Darfur'da anormal bir şey yok" demişti. Anormal değil: 400 bin ölü, iki buçuk milyon evsiz, 450 bin mülteci, milyonlarca beddua.

Lanet olsun dostum, sorunun ne senin ha, söyler misin? Sorunum şu:

- Gazze'de katliam yapıldığında aslan kesilenlerin Darfur'u görmezden gelmesi. Sorun, bu ikiyüzlülük işte. Bu, Fırat'ın kenarında kaybolan koyundan kendisini sorumlu tutan Ömer'in adaletiyle aynı kültür içinde bulunamaz. Hiçbir zaman! Halife Ömer ile Sudan'daki piç Ömer'i kalın bir çizgiyle ayırmazsanız, adalet de İslam da biter. Sürekli zırlayıp durduğunuz 'İsrail şöyle yaptı, ABD böyle yaptı' ağlamalarını kesin de, önce kendine müslüman deyip, insanları kesen bu domuzları ayırın aranızdan.

- Müslüman kardeşlerim, İsrail'in yaptıklarına tepki göstereceğim diye azılı bir anti-semit'e dönüşeceğine önce şapkayı önüne koymalı. Sürecin bugünlere gelmesinde İsrail'den daha büyük sorumlu, Filistinlilerin ta kendileridir. Daha doğrusu ilk dönemlerde Batı'nın köpeği olup topraklarını satan, bir sürü gizli ilişki içine giren Arap yönetimler, olay ciddiye bindikten sonra da kendi içlerinde birbirini satan Filistinlilerdir ne yazık ki. Hâlâ topraklarının yüzde 50'den fazlası işgal altında iken saçma sapan tartışmalarla uğraşan, terör gruplarıyla işbirliği yapan Hamas ve onu bir kaşık suda boğmak için düşmanıyla gizliden görüşen Mahmud Abbas'tır sorumlu. Topraklarını para karşılığı satanlardır. Onları yalnız bırakıp yıllarca İsrail'e destek çıkan köpek Arap liderleridir.

- El Kaide'nin, Taliban'ın, Çeçenlerin ya da diğer İslam adına hareket ettiğini iddia eden odakların öldürdüğü insanların haklarını savunmak ve bu yapılanları lanetlemektir müslüman olmak. Acaba samimi müminler, tıpkı Suriye'de, Filistin'de, Yemen'de ölen binlerce insan için kin tutup, İslamcıların sebep olduğu terör kurbanlarını görmezden gelme (hatta bazı kafatasçıların yaptığı gibi alkışlama!) aymazlığı üzerine düşünüyor mu? Hiç mi yamukluk yok dünyaya bakışlarında? Cami imamları dünyanın her yerinde müslüman ölüyor diye gazlıyor cemaati. Ve onlarca ülkede haksız yere ölen onbinlerce insan yok sayılıyor. Hatta öldüren müslümansa alkışlanıyor bile!

İslam'ın temel direği adalettir. Allah'ın da en önemli vasıflarından biri, kutsal kitabında yüzlerce kez vurgu yapıldığı gibi adil olmaktır. Müslüman toplumu bunu akıldan çıkardığı anda biter. Bugün olduğu gibi...

17 Temmuz 2011 Pazar

Hep kazananı mı onore etmeli?

Sporu takip etmek, dünyanın en keyifli işlerinden biri. Bir amaç uğruna sınırlarını zorlayan, onlarca badire atlatan, rakiplerini birer birer ekarte eden, yenilgi tadan, yenilginin rövanşı için tekrar tekrar çalışan, başaran ya da başaramayan insanları izlemek. Vücudunu parçalayan insanların sağını solunu diktirip, yeniden dirilmelerini izlemek. Her anının ayrı bir güzelliği yok mu?

1990'larda özellikle ABD'nin pompaladığı reklam odaklı yıldızlara dayalı yeni spor izleyicisi anlayışının "tam karşısına koyabileceğimiz, bence güzel olan "antik tip" spor izleyicisi olmak...
Bu küresel yeni spor tüketicisi yaratma taktiğinde dikkat edildiğinde mesajlar birbirinin kopyası gibidir: "Kazanan ol", "Sadece yen!", "Asla yenilgiyi kabullenme" ve bunun gibi hırs küpü gazlamalar.

Spor izlemek, alkışlarını eksik etmeden, değerini vererek takip etmektir. Bir yanın tarafında yer alırken - ki sporun en heyecanlı anı bir "taraf" olmaktır kuşkusuz - asla diğer bileşenleri yok saymamaktır.

Takip ettiğim sporlar arasında emeğin karşılığının alındığını en net hissettiğim iki dal var: Atletizm ve kürek. Önceki hafta FISA'nın, eski başkanı Thomas Keller adına verdiği ve sporun bir anlamda Hall of Fame'ine girmek sayılan özel hizmet madalyasının (kürek sporunun en üstün ödülüdür) Jüri Jansson'a gittiğini öğrenmek, çok mutlu etti beni. Bir küreksever olarak keyiflendim. Bu harika spor, köklerine işlemiş "hakkaniyet" sıfatını üzerinde gururla taşımaya devam ediyordu. Bazı sporlardan kir oluk oluk akarken, kürek ışıl ışıl parlıyordu.

Jüri Jaanson ile birlikte Keller madalyası için listede yer alan diğer adaylar; 3 kez olimpiyat, 2 kez dünya şampiyonu Pertti Karppinen, 2 olimpiyat altınlı Yeni Zelandalı ikizler Caroline ve Georgina Evers-Svindell ve Jaanson'a benzer bir kariyere sahip 4 kez üst üste dünya ikincisi Çek Vaclav Chalupa'ydı. Jüri, Jüri'yi seçti. Bir kez dünya şampiyonu, ama gerçek bir spor emekçisi ve muhteşem bir karakter olan Estonyalıyı. Aslında hangisine verseniz itiraz çıkmazdı bu ödülü. Ama önce Jüri'ye verilmesiydi ana mesajı içeren.
Bu neydi biliyor musunuz? Nigell Mansell ve Mika Hakkinen ile Heinz-Harald Frentzen'i aday gösterip, Frentzen'i tercih etmekti... Bilirsiniz, F-1 tarzı 'yeni tip' sporlar bu saygıyı asla göstermez. Kazanan hep vardır ve hürdür. Fernando Alonso, şampiyon iken tanrı yapılır, bir yıl sonra yerin dibine sokulup 'yeni kral' kutsanır. Lewis Hamilton, Michael Schumacher, Ferrari, McLaren büyüktür. Rubens Barichello, Eddie Irvine eşşekliğine direksiyon sallayan piyonlardır. Kazanma kültürü üzerine kuruludur bu dünya. Ezer geçer minik karakterleri...

Jüri Jaanson, bir dünya şampiyonu. Ama hiç bir zaman 'kazanan' olarak görülemedi. Zira "1" kez kazanmıştı! Bir yarışmacı, mücadele adamı ve küreğe tutkuyla bağlı olmasıydı onu büyük yapan. 1990'da küçük ülkesi Estonya, ana karadan henüz kopmadan, kızıl bayrağın altında kazanmıştı tek dünya şampiyonluğunu. 24 yaşındaydı. 2010 yılına kadar onlarca önemli finalde yarıştı, ama bir daha altını olmadı. 45 yaşında, bir abide olarak sporu bıraktı.

Estonya Federasyonu, 2004'te yaşlı olduğu için binbir teranenin ardından lütfen olimpiyat kadrosuna aldığı 38 yaşındaki kürekçinin Atina'da kazandığı tek çifte gümüşüyle hava basmayı bilmişti ama... "Büyük Jüri", 4 yıl sonra altıncı olimpiyatına geldi Pekin'e. Jaanson, kendisiyle birlikte aynı tekneyi paylaşmanın gururunu yaşayan Tonu Endreksson'la, Wells/Rowbotham gibi harika bir tandemin çektiği Britanya teknesini geçip bir olimpiyat gümüşü daha aldı. "Ölmüş bu adam, gömün" dendikten sonra 38 ve 42 yaşlarında kazanılan iki olimpiyat ikinciliği, şampiyonluktan bile değerliydi. Şampiyonluk, hiçbir şeydi.

Sadece 700 kürekçisi bulunan Estonya, bir daha kürekte böyle başarılar görür mü, bilemeyiz. Ama şunu iyi bilin: Eğer genç Estonlar kürekte madalya alacaksa, bunda Büyük Jüri Jaanson'un yarışan çocuklardan daha büyük bir katkısı olacaktır. Çünkü Jüri Jaanson, bundan sonra beyaz-siyah-mavili bayrağın göndere bayrak çektireceği tüm madalyaların ilham kaynağıdır.

Jüri Jaanson'un tek dünya şampiyonluğu
1990 Tazmanya, Avustralya, Tek çifte yarışı (Youtube)
Bağlantı

10 Haziran 2011 Cuma

Yol, su, elektrik olarak geri dönme algısı

Modernitenin nimetlerinin eksik olduğu yıllar. Hizmetin tanımı o yıllarda çok daha direkt: Yol, su, elektrik (YSE). İktidar dediğin; köye yolu uzatan, susuz tarlayı sulayan, lambaları ışıtan demek.

Sülü denen şapkalı şaklaban iki yol, bir köprü yaparak 'efsane' konumuna erişiyor halkının nezdinde. Özal, vahşiliği kendinden menkul kapilatizmin örüntülediği ülkeyi 'şantiyeye' çeviriyor. Harçla kaplanan yüzbilerce tuğla, hizmet olarak kazınıveriliyor akıllara. Ki, 1970'ler ve 1980'lerdeki koşullar göz önüne alındığında, günümüze kıyasla bunlar hizmet sayılır belki. Kapasite ve bakış belli...

Yıl 2011. Recep Bey, aynı teranelerle karşımızda. "Bizim yaptığımız yolu kullanarak gittin falanca yere, daha ne konuşuyorsun?" diyor bir muhalefet liderine. Kanallar açmaktan, yeni havaalanlarından, dev konutlardan, bilumum dozerlerle yapılacak işlerden dem vuruyor, dokuz yıllık icraatlarını, döktükleri asfaltı ve ördükleri tuğlayı inceden inceye hesap ederek anlatıyor.

İktidar dediğin bir mühendislik dalı, herşey matematik olmuş. İktidar dediğin sayısal bir veri. Milyon metreküplük harç, birkaç bin kilometrelik asfalt ya da bir kaç yüz bin megawatt enerji. Yıkılan bir heykel, tehdit edilen on muhalif, kaybolan yüz çocuk, öldürülen bin kadın, fişlenen on bin insan, küfredilen yüz bin vatandaş, yok sayılan milyon Alevi teferruat. Önemli olan YSE.

Yol, su, elektiriğimiz olsun da kardeş, anamızı bellesinler, önemli değil. Ana dediğin de ölecek zaten bir kaç yıla!

31 Mayıs 2011 Salı

Çok olmuş bir kitap: Az

İyi bir kitap okuyucusu olduğum halde, roman türüne pek düşkün değilim. Okumaya ilk başladığım ortaokul yıllarında doğal olarak romanla başladım, ama sonrasında pek elimi attığım bir tür olmadı. Yılda iki, bilemedin üç roman okuyorum son dönemde...

Biraz kaçık olduğu görülen Hakan Günday'ın AZ'ını bitirdim dün. 35 yaşındaki genç romancının Doğan Kitap'tan çıkan son kitabını. Adam benim kuşağımdaki erkeklerin çoğunun bildiği, sevdiği bir yazar. Ben pek bakamıştım tarafına. Ama kitabının 'Altı yaşındaydı ve altı yaşında ölecekti' cümlesiyle başladığını görünce 'garip bir tipe benziyor, okuyalım şunu' diyerek attım heybeye AZ'ı...

Bitti dün. Oğuz Atay ile yoğrulan ikinci Derda hikayesiyle garip bir hal alan, fazla gerçeküstü ama yer yer hinliklerle dolu kitabı beğendim. Adamın tasvirlerde kullandığı dolambaçsız kısa cümleler olağanüstü güzel. Biraz Bukowski'nin sol direktlerini andırıyor.

AZ'ın (kitabın arka kapağındaki kısa metnine de alınan) tanımı ise harika:
Az dediğin küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de okunmak için. Aralarındaki her harfi aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...

Müthiş. Bazen mideniz kalkabilir (anne kesme olayı), ama okuyun.

10 Mayıs 2011 Salı

Bir yeşil olsam

Alabildiğine yeşilden geçtim. İçinde büyüdüm gür örtünün çevrelediği kentin. Denizin, orman üzerine esip, el şakası mesafesinde çağladığı bir coğrafyada yaşadım. Ama yeşilin kayda değer bir değer olduğunu ilk gençliğimde öğrendim. İlk kez Orta Anadolu'ya geldiğim 1998'de, çıplak ve çatlamış teniyle Konya'yı gördüğümde anladım yeşilin ruha işleyen güzelliğini. Oysa herkesin ormanı var, içinden akan su gürül gürül sanardım küçükken. Ansiklopedilerde gördüğüm çöl resimlerinin abartılı olduğunu düşünür, insanların oralarda yaşamadığını hesap ederdim.

Yeşilin içinde büyüdüğüm Samsun'u bir yandan "köy" olmadığı için seviyordum. Şehir nimetlerinden faydalanırken, yeşile yaslanıp, maviye bakarak yaşayabilme lüksüne sahiptim çünkü. Oysa ki farkında değilmişim. Karadeniz'in cömertliğinde yaşam bulan bu kıyılar cennet parçasıymış.

İnsanı çeken tarihsel harikuladeliği ve iş olanakları İstanbul'u apayrı bir yere koyuyor. Bu mecburiyeti bilerek geldim buralara. Ama burada yaşamayı özümseyemedim. İtiraf edeyim ki, egzoz kokulu İstanbul beni aslında hiç bir zaman büyülemedi.

Ciddi sorunlarla boğuşuyor Konstantin'in kurduğu dünya şaheserinin yaşam kalitesi. Günün her anında sakinlerini irrite edecek boyutta gürültüyü üretiyor. Toz, kirlilik, koku, kavga, dövüş, keşmekeş ve stres, sürekli mutsuz insanlar üretiyor. Mutsuz yüzlerle bakışmak, bağrışmalara tanıklık etmek, korna seslerine küfretmek ve büyükşehrin yaşam argosuna alışmak insanı köreltiyor. Şimdilerde ise "kent mutsuzluğu" yaşıyorum.

İstanbul, takvimden düşen her yıl daha da çekilmez bir hal alırken, Tayyip Erdoğan'ın şehir üzerinden büyüme planları yapması beni korkutuyor. 13 milyon nüfusla keşmekeş olan kentle ilgili "çılgınlık" yapmak, geri dönülemez bir fahiş hata olacak. Yeşili tamamen tükenen bir İstanbul'un 20 yıl sonra gri atmosferli bilim kurgu setine dönüşeceğini nasıl görmez insan? Ya da, görür de sırf seçim yatırımı (ya da başka rant) için satar mı bu kenti? İstanbul'un sırtına yapışık yeni kentlere, yeni sorun yumaklarına, yeni 'adalara' mı ihtiyacı var?

Hayatımın buradan ayrılmak için bana verdiği ilk fırsatta organik yaşama döneceğim; Karadeniz'e... Tabii o zamana kadar nükleer santral ile mavi-yeşile zarar gelmezse.

29 Nisan 2011 Cuma

AKP'ye oy vermemek için 33 gerekçe

12 Haziran'daki seçim yaklaşırken, siyaset yalanları sardı ortalığı. Yalan/dolan taşeronluğunu medyanın yaptığı seçimin Türkiye'ye yeni bir şey getirmeyeceği malum. Ama önemli şeyler götürecek gibi geliyor bana. AKP, 35-40 bandı arasında kalırsa ne âlâ... Ama 40'ın özellikle de 45'in üzerine çıkması halinde RTE'nin efelenmeleri ve tek adamlığı kemikleşecek.

AKP'ye oy verecekler için 33 maddeli bir vermeme gerekçesi oluşturdum, bir kez daha düşünmeleri için. Bu dostlarım için bir çağrı yapmak istiyorum: Oylarınızı faşizme yönelen güç tapınağına değil de, yakınınızda hissettiğiniz diğer yapılara kaydırırsanız, gelecek için daha hayırlı olacak. 33 gerekçe sıraladım, zira bu rakamın çağrışımı şu: İslami saygı kültürünün bir parçası olan tesbih çekme ritüelinde 33 kez "Sübhanallah" denir, ki biz bunu AKP iktidarı için sabır zorlamasını çağrıştıran "Fesuphanallah"a çevirebiliriz. 33 Fesüphanallah'ın sembolize ettiği düşünce şudur: "Artık Yeter"

İşte AKP'ye (parti tam bir tek adam yapılanması olduğu için özünde Recep Tayyip Erdoğan'a) oy vermemek için 33 gerekçe:

1. AKP'nin ve Erdoğan'ın en büyük iki yüzlülüğü YÖK, tek başına bile oy vermeme gerekçesi. 80 darbesinin piçi YÖK, kaldırılmadığı gibi yandaş yapılıp baskı aracına dönüştürüldü.

2. Yüzde 10 barajı. Yüzsüzce "Biz mi koyduk?" demesi de cabası.

3. 12 Eylül referandumu. Referandum boyunca "Darbeciler yargılanacak, hayır diyen darbecidir" diyen Tayyip Efendi'nin, 13 Eylül sabahı saat 07.00'den itibaren Kenan Evren ismini duymamış gibi davranması.

4. Dokunulmazlıkların mis gibi yerli yerinde kalması.

5. İsrail'e Allah ne verdiyse dalıp Ortadoğu ikonuna dönüşmeye çabalayan Recep Bey'in, en az İsrail devleti kadar zalim, 1 milyon insanın canını alan Sudan'daki şerefsiz Ömer El Beşir için "Ben gittim, gördüm. Katliam yaptığı falan yok" diye arka çıkması...

6. Çevre sorunlarına karşı körlük. Kapitalin ekmek verdiği her oluşum gibi AKP'nin de çevre ve ekoloji sorunlarına karşı körleşmesi. Para ve rantın ormanı, suyu, petrolü, elektriği satışa çıkarması. Nükleer aşkı.

7. Kentleşme rantı. İstanbul'da ayyuka çıkan değerli arsa ve arazi talanı. Ve bunu tetikleyecek olan iki şehir planı.

8. Zorunlu din dersi. Nüfus kağıtlarında fıkralara konu olacak kadar komik duran ve adamına göre muameleye davetiye çıkaran din hanesinin hâlâ durması.

9. İzahı bulunmayan Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklamaları. Ergenekon sürecinin içinin boşaltılmasına sessiz kalmak.

10. Sanat düşmanlığı, Tophane'deki galeri baskını, Kars'taki heykel katliamı. Üstelik "Hasan Harakani Hazretlerinin türbesinin yanında bu heykelin ne işi var?" söylemiyle, olaydan bihaber insanların din duygularıyla oynayıp haklı çıkma çabası.

11. Medyadaki (iyi ya da kötü) muhalif gazeteci ve yazarları marjinalize etmek. Devlet eliyle güçlendirilen yandaş medyayı beslemek.

12. Askerden matah bir şeymiş gibi polisi kutsamak.

13. Aslında pek sevişmediklerini bildiğimiz Fethullah Gülen'in yandaşlarının özellikle adli süreçlerdeki müdahalelerine göz yummak. Hatta bunun için olanak sağlamak.

14. Hakan Şükür ile popülizmin zirvesine ulaşıp futbola da el atmak.

15. Başörtüsü sorununun çözülmemesi. Saçma sapan hukuk delikleriyle okullarına giren kızlara zoraki yardımcı olmak.

16. Farklı cinsel kimliklere sahip insanlara "hasta" gözüyle bakıp, bu konuda tek bir öneri dahi getirmemek. Toplumda onlarca sıkıntısı olan eşsinsellerin öldürülmesini mübah görmek.

17. Kasımpaşa jargonunda ısıtılan çirkin laflar: Ananı da al git, Askerlik yan gelip yatma yeri değildir, İki kuruşa üç köfte yok...

18. Hüseyin Çelik, Ömer Çelik ve Cemil Çiçek. Tayyip'in dallama saldırı takımı.

19. Şamil Tayyar ve Mehmet Metiner gibi yalayıcı yazarları milletvekili adayı yapmak.

20. YGS skandalı üzerine en basit önlem olan istifayı dahi çalıştırmamak. Herşeyi eline yüzüne bulaştıran, sevgili bir arkadaştan ödünç aldığım ifadeyle "Gümüşsuyu Müftüsü" ÖSYM Başkanı'nı sıkı sıkıya koltuğuna bağlamak.

21. Ergenekon sürecindeki yanlışlıklarla ve tutuklamalardaki insan hakları ihlallerinin hepsini tek bir cevapla geçiştirmek: "Biz hukuka karışamayız. Adli bir süreçtir."

22. Emir altında çalışan yargı oluşturmaya çabalamak.

23. Mizah dergilerinin gırgırına "hakaret" diyerek alınıp, dava açmak. (Sen hakaret görmemişsin efendi!)

24. Kürt sorununda çözüme ilerlemek için iyi başlangıçlar yapıp, her seferinde milliyetçi dozajı artan uyanışlarla bundan vazgeçmek. Muhalif bastırma operasyonu KCK Davası'ndaki saçmalıklar.

25. TRT'yi büyütürken tam bir çiftliğe çevirmek. Feci kadrolaşma. Bunun sonucunda kamu yayıncısı TRT'nin Show TV kadar tiksinçleşen haberleri.

26. Diyanet'teki operasyonlar. Yandaş din adamları ile cami kürsülerine el atmak.

27. İşinden atılan Tekel çalışanlarının eylemi başta olmak üzere tüm işçi eylemlerine sağcı reflekslerle tepki vermek.

28. Dokuz yıllık iktidarı döneminde kendi zengin zümresini yaratmasına rağmen, meydanlarda sosyal adalet nutukları çekmek.

29. RTE egemenliğinin dev adımı Başkanlık sistemi için herkesin muhalefetine karşın ısrar etmesi.

30. Mimari proje kitapçığı olan seçim bildirgesinde kadın, çocuk ve özellikle eğitim bölümlerinin "lütfen" koyulması.

31. Son yıllarda yapılan en doğru adımlardan biri olan Ermenistan yakınlaşmasının dondurulması.

32. Ekonominin büyümesiyle artan enerji ihtiyacının karşılama bahanesini öne sürüp, Avrupa'nın yeşil enerjiye dönüştürmek için harıl harıl çalıştığı nükleer santral projeleri ile insanının hayatını tehlikeye atmak.

33. Öldürülen tarım.