30 Haziran 2010 Çarşamba

Vuslat

Yılların hızlı devinimini ve dünyanın lanet olasıca bir portakal kadar küçük olduğunu dün yine idrak ettim. Bundan 10 yıl önce çılgınlar gibi sevdiğim ve hayatta en azından bir kez güzel yüzünü yakından görmeyi dilediğim Martina Hingis'i izledim dün. Sıradan bir insan için erişilmesi zor görünen bir zirvenin fethiydi benim için. Açıkça itiraf edeyim, özel bir heyecan yaratmadı bünyemde. Ama önemli bir an olduğu için buraya kaydını uygun gördüm.

Beyinsiz Anna K ile birlikte, İngiliz ikili Hobbs/Smith'e karşı Wimbledon'da 'Legends doubles' turnuvasının ilk maçını oynadı dün Martina. 4 bin kişilik Kort 2'de 400 koltuğu boştu sadece. Maçı kazandılar. Hala iyi tenis oynadığını gördük. Yarım elle oynamasına karşın, yine mükemmel toplar attı. Allah vergisi bir yeteneğe sahip olduğunu oynadığı topun her santiminde gördük. Hele ki bir de yeteneksiz salakla yan yana gelince, bu farkı daha iyi süzdük.

Maç bitimi fotoğraf çekmek için çıkış kapısına gittim. Benim öküzlüğüm; kitabımı getirmemişim. Önümdeki Japon, kendisine bilet imzalatırken, bir metre mesafeden resim çekmekle yetindim. Darısı İstanbul'a davet ettiğimizde yiyeceğimiz yemeğe deyip, sineye çektim mecburen.

Martina Hingis, yaşamımı değiştiren insanların başında yer alır. Ona tutkulu geçirdiğim altı yılda öğrendiklerimi, yaşadıklarımı ve bana kattıklarını hiçbir zaman yabana atmayacağım. Hingis'e olan tutkum olmasaydı, bugün sahip olduğum yetilerin yarısı eksik kalacaktı. Sırf bu yüzden, hep özel bir yerde olacak benim için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder