Sosyolojik olarak ihmal edilmiş bir grup imamlar. Yüzyıllarca diğer büyük dinlerdeki gibi ruhban sınıfı olmadığı için avantajlı addedilen İslam'da, Türkiye'deki Diyanet sisteminin basbayağı yarattığı bu sınıf, toplumsal analizlerde çoğu zaman ihmal ediliyor.
Oysa, dinsel bağları doğu kökenli bir toplum olduğu için hâlâ güçlü bir figür olan imamlar, günümüzde klişelerin buzlanmasında ciddi rol oynuyor. İmamların kamuoyuna etkisi, mekansal yalıtıma (cami) sahip olduğu için belki de genellikle dikkatlerden kaçan çok önemli bir ayrıntıya dönüşüyor.
Günümüzde medya (elbette yeni medyayla birlikte), insanın düşünsel devinimindeki dış etkenler arasında başı çekiyor. Bu toplumun insanları üzerinde etkinlik halkalarını içten dışa sıraladığımızda ortalama ikinci çemberde yer alacaklardan birisi de "imam" etkisidir. Camiyi bilmediği için bu tespitimi ciddiye almayanlar için örneklerle nasıl olduğunu açıklayayım, müsaade buyurunuz.
Kelime anlamı "önderlik eden" olan İmam, İslam kültürüne göre, topluluğunun salt lideri değil, yöneticisidir. Özellikle ortaçağdaki İslam toplumlarında devlet liderlerinin de bir ünvanının İmam olması, bunun bir yansımasıdır.
Her zamankinden daha açık konuşup/tartışabilen postmodern toplumlarda en sağlam dokunulmazlığa sahip kürsü, imamlara ait. Cuma vaaz ve hutbelerinde ortalama yarım saat boyunca tek kelimesi dahi bölünmeden konuşma özgürlüğüne sahip tek hatip onlar.
Her dediğini dinlemek zorundasın, itirazın olsa bile dillendirme şansın yok. Zira camide ayağa kalkıp konuşma gibi bir şans, mekansal kültür nedeniyle mümkün değil. En fazla yapılabilecek şey, ibadet sonrasında imama gidip itirazını tekil olarak iletmek.
Güzel. Peki bu koşullarda istediği gibi konuşabilen imamların kürsüde nelerden bahsettiğinden haberi olan var mı? Cuma namazı için camiye gidenleriniz az buçuk bunlardan haberi vardır. Bilmeyenler için geçenlerde bizzat cumada denk geldiğimi burada örnek vereyim:
İmam çıkmış, zerre kadar dünya siyaseti ve tarih bilgisi olmadan 1980'li yılların hamaset edebiyatıyla "gavur" edebiyatı yapıyor. İnanılmaz saçmalıklar ve yanlış bilgilerle üstüne üstlük. Çanakkale'de 250 bin şehidin kanla suladığı topraklarda İngizlerin ve Avustralya'ya kadar tüm küfür halklarının Türk ve müslüman milletinin üzerine çullanarak halifeliği yıkmak için bir yumruk olduğunu anlatıyor kuş kadar tarih bilgisiyle... Hani olaydan hiç haberi olmayan biri rahatlıkla sırf bu sebepten savaşıldığını sanar. Hamaset şapır şapır damlıyor, göl oluyor. Diyor ki muhterem imam, "Kafirler bir de gelip burda şafak ayini denen rezilliği yapıyorlar topraklarımızda..." (24 Nisan Gelibolu Şafak Ayini'ni kastediyor).
Bir başka örneği İsviçre'deki saçma sapan minare yasağının ardından gelmişti bir başka muhterem büyüğümüzden: "Bir de medeniyet derler. Olmaz olsun böyle medeniyet! Camilerimize tahammül edemiyorlar, sonra gelip bize medeniyet öğretiyorlar!"
E be hocam, adama demezler mi senin ülkende kıçıkırık Trabzonlu iki aklı evvel, kilise duvarına 'Yıkılın lan buradan' uyarıları asarken, rahip öldürülürken, Süryaniler yıllarca yok sayılırken, Yahudi sinagogları bombalanırken neredeydin?
İbadet, inananların değerini bildiği bir şey. Samimi bir inanan olarak neden çıkıp o zaman kürsüye cemaatine karışmış olması kuvvetle muhtemel o gerizekalılara "Ey cemaat! İbadet yerleri kutsaldır. Camilerimiz bizim için nasıl değerliyse, başka dinlerde olanların da ibadet yerleri öyledir" demedin?
Yıkılan/yakılan bir kilisenin cemaatinin topluca müslümanlığa geçecek hali yok herhalde, değil mi? En büyük hoşgörü abidesi sayıp sürekli referans verdiğin Osmanlı sultanları sürekli kilise/sinagog mu yakmış hayatı boyunca? Bakın bakalım. Bir dediğinizin diğer söylediğinizle mantıksal çerçevesi bile ucu ucuna gelmiyor daha, ne konuşuyorsunuz?
Sonuca gelelim. Günümüzde insanlara doğrudan hitap eden çok güçlü etki odağı imamlar, çağın azami bilgi gereksinimlerinin çok uzağındadır. İmamlar, hadis, tefsir gibi dini ilimlerin yanında azami derecede Tarih, Sosyoloji, Coğrafya, Felsefe gibi sosyal bilimleri mutlaka bilmeli ve bunlardan bihaber olanların bu görevi yapmamasına izin verilmemelidir. İmamların, ilk ve orta dereceli okullarda düşük kalibresinden şikayet edilen öğretmenlerden çok daha düşük seviyede kültüre sahip olduğu unutuluyor.
İmamların bu dönüşümü, artık neredeyse düz lise müfredatına sahip, meslek dışında bir sürü insanın gittiği İmam-Hatip Liseleri'yle olacak bir şey değil. O korkunç bütçesiyle Diyanet, garip gurup kitaplara/projelere para harcayacağına, kendisi bu eğitimleri düzenleyebilir.
Nasıl olur bilemem. Ama bu iş için çok ciddi bir sosyal bilimler kurumuyla ilişki içinde çalışması şart. Toplu bir eğitimle yeni bir kuşak da gerekiyor. Eski kemikleşmiş menkıbelerini 40 yıldır anlatan hocaefendilerin emekli edilip, doğru düzgün konuşabilen ve sosyalizmden, ekonomiden, Avrupa'dan, Ortadoğu'dan haberdar olan, tercihen yabancı dil de bilen bir din görevlisi kuşağının oluşması şart.
Aksi taktirde, toplumsal dönüşümün hep bir ayağı topal kalır ve faşizan tipler ortalıkta birilerine haddini bildirme nutukları atmaya (hatta zaman zaman terör estirmeye) devam eder.
28 Şubat 2011 Pazartesi
20 Şubat 2011 Pazar
Yozdil'in karşıt muadili: Mustafa K
Hergün binlerce kez temizlenip kirlenebilen yegane meslek, enformasyon çağının kilit uğraşı gazeteciliği pisletenlere karşı açtığımız bayrağı dalgalandırıyoruz. Unutulmasın ki, dezenformasyonun dükalığına tükürmek şerefli bir eylemdir.
Yozdil'in yaptığı teneke gürültüsünü çekiştirdiğimiz yazının ardından bu defa çirkin sesli borazan Mustafa Karaalioğlu'yu koyuyoruz hedef tahtasına. (Karadeniz'deki kandırıkçılara haiz pis sırıtışıyla sinir hoplatan kalemşöre, yazı boyunca gündemdeki diziden arakla Mustafa K. diyeceğiz)
İktidara siper olmak, Türkiye basın tarihinin ayrılmaz bir geleneğidir. 1923'te yarı resmi El-Ahram gazetesi Cumhuriyet'le CHF arasındaki bu yekvücut olma geleneği, CHP-Ulus, DP-Zafer, AP/DYP-Tercüman, ANAP-Türkiye, AKP-Yeni Şafak/Zaman ile sürdü.
Yeni Şafak'tan Star'a kadar yandaş medyanın pek çok mecrasında kalem oynatan 'eşsiz yalayıcı' Mustafa K, son sekiz yıl içinde günlük sütuna sahip bir iktidar sözcüsü olarak görev yaptı. Ekmeğini kazandığı, kendisini içinde varsaydığı gazetecilik mesleğini piçe çevirdi. Bir an olsun kalemini vicdanına dokundurmadı. Gazetecilik yapmayı, haksızın karşısında durmayı, bu mesleğin en önemli kazancı olan sorgulayıcılığı değil, "emir-demir" yazarlığının pîri olmayı yeğledi. Genel Merkez'den gelen telefonlara aceleyle koştu, fırçayı yediği günlerde daha bir şevkle saldırdı hainlere.
Hrant Dink'in ölümüne ekranda çok üzüldü, 'Hrant benim kardeşimdi' dedi, ama bu cinayetin azmettirici güçlerine karşı dava açmayan devlete tek cümle laf edemedi.
Başörtülü kızlar için yılmaz bir hak savunucusu kesildi. Ama diğer hakkını arayanları, iktidarın ağzına-burnuna giriştiği işçileri, öğrencileri, Kürtleri nankörlükle suçlayabildi.
Ülkenin hukuksuzluklardan geçilmediği yıllarca yazdı durdu. Ama Balyoz, Ergenekon ve bilumum siyasileştirilmeye çalışan davada istisnasız her tutuklamanın ardından masumiyet karinesinin üzerine işeyerek, dokuz sütuna 'Balyoz kafalaları indi' başlıkları atabildi.
Yıllarca YÖK'e demediğini bırakmadı, ama Yusuf Başkan'la birlikte yükseköğretimin yılmaz bir neferi oldu.
Kendisinin yaptıklarına zerre kadar bakmadan, CHP kongresinde 'bayram gazetesi' çıkaran Hürriyet ve Milliyet'e ağlamaklı bir şekilde laf sokup 'Asıl yandaş medya budur' diyebildi.
Mustafa K'nın nemalanmanın tam ortasında yaptığı şey, gazetecilik falan değil. Dönemsel bir iktidar dayanışması. Ama özünde bir vicdan işi olan gazeteciliğin en "kötü" (bana göre ise kendinizi bilmenizi, akıl ve iz'an sahibi olmanızı sağlayan) tarafı, ellerinizde günah-sevap defterinizi tutuyor olmanız. Yıllar sonra yazıdığınız köşeler yüzünüze çarpıldığında utanmayacaksa, devam etsin güce tapınmaya.
17 Ocak 2011'de Star'daki köşesinde yazdıklarını, AK Parti Gençlik Kolları yayın organı AK Gençlik'e harfi harfine uygun olmadığını kim iddia edebilir?
---
Yaşam tarzı öyle mi?
Mahalle baskısı, içki, heykel, futbol, basketbol... Kampanyaların ambalajını açın, altından sınır tanımaz iktidar arzusu, bitmek tükenmek bilmeyen bir egemenlik tutkusu çıkar. Bir endişeleri var ama bu giderek azalan iktidar payları ve o payın hayat boyu mücadele ettikleri “millet”in eline geçmesidir.
İçki tartışması sahtedir... Türkiye’de içki yasağı yoktur, olmayacaktır. Son düzenlemede de yasak yoktur. Hatta, getirilen düzenlemeler hala dünya uygulamalarının gerisindedir.
Heykel tartışması ise anlamsızdır... Bu hükümet döneminde sanat eserleri tarihte görülmemiş bir destek bulmuş, başta İstanbul olmak üzere birçok şehir dünyayla yarışacak konser, sergi, festival merkezlerine dönüşmüştür.
Yaşam tarzlarına itiraz edildiğini iddia edenler; pervasız bir şekilde kendilerine benzemeyenlerin, Tayyip Erdoğan’ın, AK Parti’nin, dindarın, muhafazakarın bizatihi yaşam hakkına itiraz ediyorlar.
Bu ülkeye Dünya Şampiyonası getirtmiş, TT Arena gibi benzersiz bir tesisi kazandırmış Başbakanı protesto ederek aslında; bırakın yaşam tarzını, onun varlığına itirazı olduğunu ilan ediyor. Bu çaresiz protestoların anlamı, Erdoğan ve arkadaşlarına ontolojik itirazdan başka bir şey değildir.
---
Tayyip Erdoğan'a hizmet etmenin şevkiyle yazılarında döktüren Mustafa K, ilkesizliğin mimarisine dev gökdelenler kazandırmaya devam et. Satırlarına dizdiğin şerefsiz harflerin, basın tarihine geçsin. Geçsin ki, seni oraya gömelim.
Yozdil'in yaptığı teneke gürültüsünü çekiştirdiğimiz yazının ardından bu defa çirkin sesli borazan Mustafa Karaalioğlu'yu koyuyoruz hedef tahtasına. (Karadeniz'deki kandırıkçılara haiz pis sırıtışıyla sinir hoplatan kalemşöre, yazı boyunca gündemdeki diziden arakla Mustafa K. diyeceğiz)
İktidara siper olmak, Türkiye basın tarihinin ayrılmaz bir geleneğidir. 1923'te yarı resmi El-Ahram gazetesi Cumhuriyet'le CHF arasındaki bu yekvücut olma geleneği, CHP-Ulus, DP-Zafer, AP/DYP-Tercüman, ANAP-Türkiye, AKP-Yeni Şafak/Zaman ile sürdü.
Yeni Şafak'tan Star'a kadar yandaş medyanın pek çok mecrasında kalem oynatan 'eşsiz yalayıcı' Mustafa K, son sekiz yıl içinde günlük sütuna sahip bir iktidar sözcüsü olarak görev yaptı. Ekmeğini kazandığı, kendisini içinde varsaydığı gazetecilik mesleğini piçe çevirdi. Bir an olsun kalemini vicdanına dokundurmadı. Gazetecilik yapmayı, haksızın karşısında durmayı, bu mesleğin en önemli kazancı olan sorgulayıcılığı değil, "emir-demir" yazarlığının pîri olmayı yeğledi. Genel Merkez'den gelen telefonlara aceleyle koştu, fırçayı yediği günlerde daha bir şevkle saldırdı hainlere.
Hrant Dink'in ölümüne ekranda çok üzüldü, 'Hrant benim kardeşimdi' dedi, ama bu cinayetin azmettirici güçlerine karşı dava açmayan devlete tek cümle laf edemedi.
Başörtülü kızlar için yılmaz bir hak savunucusu kesildi. Ama diğer hakkını arayanları, iktidarın ağzına-burnuna giriştiği işçileri, öğrencileri, Kürtleri nankörlükle suçlayabildi.
Ülkenin hukuksuzluklardan geçilmediği yıllarca yazdı durdu. Ama Balyoz, Ergenekon ve bilumum siyasileştirilmeye çalışan davada istisnasız her tutuklamanın ardından masumiyet karinesinin üzerine işeyerek, dokuz sütuna 'Balyoz kafalaları indi' başlıkları atabildi.
Yıllarca YÖK'e demediğini bırakmadı, ama Yusuf Başkan'la birlikte yükseköğretimin yılmaz bir neferi oldu.
Kendisinin yaptıklarına zerre kadar bakmadan, CHP kongresinde 'bayram gazetesi' çıkaran Hürriyet ve Milliyet'e ağlamaklı bir şekilde laf sokup 'Asıl yandaş medya budur' diyebildi.
Mustafa K'nın nemalanmanın tam ortasında yaptığı şey, gazetecilik falan değil. Dönemsel bir iktidar dayanışması. Ama özünde bir vicdan işi olan gazeteciliğin en "kötü" (bana göre ise kendinizi bilmenizi, akıl ve iz'an sahibi olmanızı sağlayan) tarafı, ellerinizde günah-sevap defterinizi tutuyor olmanız. Yıllar sonra yazıdığınız köşeler yüzünüze çarpıldığında utanmayacaksa, devam etsin güce tapınmaya.
17 Ocak 2011'de Star'daki köşesinde yazdıklarını, AK Parti Gençlik Kolları yayın organı AK Gençlik'e harfi harfine uygun olmadığını kim iddia edebilir?
---
Yaşam tarzı öyle mi?
Mahalle baskısı, içki, heykel, futbol, basketbol... Kampanyaların ambalajını açın, altından sınır tanımaz iktidar arzusu, bitmek tükenmek bilmeyen bir egemenlik tutkusu çıkar. Bir endişeleri var ama bu giderek azalan iktidar payları ve o payın hayat boyu mücadele ettikleri “millet”in eline geçmesidir.
İçki tartışması sahtedir... Türkiye’de içki yasağı yoktur, olmayacaktır. Son düzenlemede de yasak yoktur. Hatta, getirilen düzenlemeler hala dünya uygulamalarının gerisindedir.
Heykel tartışması ise anlamsızdır... Bu hükümet döneminde sanat eserleri tarihte görülmemiş bir destek bulmuş, başta İstanbul olmak üzere birçok şehir dünyayla yarışacak konser, sergi, festival merkezlerine dönüşmüştür.
Yaşam tarzlarına itiraz edildiğini iddia edenler; pervasız bir şekilde kendilerine benzemeyenlerin, Tayyip Erdoğan’ın, AK Parti’nin, dindarın, muhafazakarın bizatihi yaşam hakkına itiraz ediyorlar.
Bu ülkeye Dünya Şampiyonası getirtmiş, TT Arena gibi benzersiz bir tesisi kazandırmış Başbakanı protesto ederek aslında; bırakın yaşam tarzını, onun varlığına itirazı olduğunu ilan ediyor. Bu çaresiz protestoların anlamı, Erdoğan ve arkadaşlarına ontolojik itirazdan başka bir şey değildir.
---
Tayyip Erdoğan'a hizmet etmenin şevkiyle yazılarında döktüren Mustafa K, ilkesizliğin mimarisine dev gökdelenler kazandırmaya devam et. Satırlarına dizdiğin şerefsiz harflerin, basın tarihine geçsin. Geçsin ki, seni oraya gömelim.
3 Şubat 2011 Perşembe
Yılmaz Özdil ve de bilakis hanımlar
Son bir hafta içinde beynimin köşebentlerine defalarca çarpan gerçeğin uzun bir analiziyle karşınızdayım efenim: Genç kuşak Türkiye hanımefendilerinin Yılmaz Özdil Paşa'ya (yazının geri kalanında kendisine cuk oturan Yozdil kısaltmasıyla anılacaktır) karşı yedi düveli kıskandıran düşkünlüğü ve bendenizde oluşan önyargı.
Çoklu paylaşım sitelerinin sıradanlaştırdığı durumu (Laaa, süper konuymuş. Bunu ayrıca hatırlatın, yazalım) ; bilumum insanların biyografilerini eşeleyerek hepimizin yaptığı eşşekliği icra ederken dikkatimi celbeden bir vakıa var önümüzde: Yozdil'i sürekli (favorites'a ekleme anlamında) "yıldızlayan" genç bir kuşak. Ve bu pek aklı selim olmayan yazar kardeşin, özellikle de üniversiteli 20-30 yaş genç kadınların olduğu kuşağın bir fenomeni haline gelmesi. Tarkan ya da Galatasaray gibi vazgeçilmez bir sevgi öznesi olan Yozdil.
Gözlerinde 'kıyı şeridi' dışındaki bölgeleri küçümseme kısıklığına sahip Yozdil'den hoşlanmam. Zaten daha önce yazılarındaki o aşağılık tavrından dolayı kendisiyle ilgili yazmıştım. Buna ek olarak, şu son hafta içinde önemli bir şeyi daha fark ettim. Aynı anda kendime yönelik bir özeleştiri yapmak için de not düşüyorum bunu: Yozdil'e hayran bir insan, bünyemde (ve de yüzümde) bol asitli soda etkisi yaratıyor. Galiba bu insanları sevemem.
Belki de baştan beri sert çıktığım bir tavrın tuzağındayım. Önyargının kol gezdiği toptancı bakışa doğru yol mu alıyorum? Bilemem. Ancak Yozdil'in - bariz - yeni modernleri kışkırtmaya oynayan, kelime ufandılarıyla dolu, fikir yoksunu satırlarıyla coşuyorsa insan, yaşamdaki hazlarımızın en yakın iki ucu bile yabancıdır birbirine.
Yozdil'in bozuk saat misali iki kez doğruya ayna tutan fikir beyan etmesi, toplamdaki eksi bakiyesini sıfırlamaz. Haklı olduğu iki eleştiri varsa; faşizan, ukalâ ve ayrımcı - hatta bazen düpedüz küstah - ahkâmlarının ceremesini sineye mi çekmeliyiz? Hiç sanmıyorum. Yozdil, okunsa bile ciddiye alınmayacak bir 'fıkra' yazarıdır.
Gençler, 'hastasıyız' çekiyorlar Atatürk'e benzeyen gür kaşlarıyla Ege Denizi'ne mert bakışlar atan Yozdil'e. Neden teveccüh buyuruyorlar? Var belki bir kaç düşüncem bu noktada da:
1. "Vatansever" payesini parlak bir şekilde taşır. Ki hazretin bu uğurda zılgıt atmadığı insan, kurum, kuş, böcek kalmamıştır. Vatanseverin makbul öfkesini soluksuz haykırıyor pis domuzların suratına. Ve üzerine tükürdükleri "vatan hainine" dönüşüveriyor ânı ânına...
2. Dobradır üstad. Dobralığı, şanındandır. Küfür edilecekse çekinmez (ki haklı olduğu bir konudur, bir küfür içte kalmamalıdır), iki harfin yerini değiştirip yine yazar. Ve bu komik kaçan kelime işleri, "Vay babam, sakınmamış yine sözünü" ile karşılanır.
3. Sıkıştığında zengin çekmecesinden bir anti-kahraman çekip masanın üzerine koyar ve onu yazar: Hain, gerici, türbanlı, kürt, RTE, eşcinsel, dinci, maganda, cahil, doğulu, yobaz, sanat düşmanı, hacı, soyguncu, harem ağası... Üretkendir.
4. Okur gündeminin takipçisidir. O yüzden eşsiz 'fikri takibi' ile nam salmıştır.
5. Ulu önder Atatürk'e şeksiz şüphesiz tapınmanın her merhaleye sinmiş işaretleriyle saygınlık edinir. Muhteşem sorgulayıcı 15 yıllık eğitim sürecinde Atatürk'ten başka yüce insan tanıyamamış (ya da tanıtılmamış, at gözlüklü) bir nesil, "tek liderin" saldırılarla yıpratıldığı ortamda bu şövalyeyi candan destekler.
---
Yeni kuşağın parlak ve güzellikte yarışan genç kadınları, düşüncelerini sığlaştırıp, fikir ishali oluyorlar Yozdil'in yozlaşmış diliyle...
Yapmayın, açılın dünyaya. 30'lu ve 40'lı yılların saldırganlığını yansıtan arkaik tonuyla gazetecilik mesleğinin canına okuyan böyle yaratıkları okuyup da dört başı mamur bir fikir edinemezsiniz.
Ha, biz okuyacağız diyorsunuz. Buyrun, "Türkiye Türklerindir" Hürriyet, sayfa üç. Kimsenin yazma hakkının elinden alınmasına gönlüm razı değil tabii... Hayatının sonuna kadar yazsın, siz de feyzinizi alıp, ezberinizi edin.
Çoklu paylaşım sitelerinin sıradanlaştırdığı durumu (Laaa, süper konuymuş. Bunu ayrıca hatırlatın, yazalım) ; bilumum insanların biyografilerini eşeleyerek hepimizin yaptığı eşşekliği icra ederken dikkatimi celbeden bir vakıa var önümüzde: Yozdil'i sürekli (favorites'a ekleme anlamında) "yıldızlayan" genç bir kuşak. Ve bu pek aklı selim olmayan yazar kardeşin, özellikle de üniversiteli 20-30 yaş genç kadınların olduğu kuşağın bir fenomeni haline gelmesi. Tarkan ya da Galatasaray gibi vazgeçilmez bir sevgi öznesi olan Yozdil.
Gözlerinde 'kıyı şeridi' dışındaki bölgeleri küçümseme kısıklığına sahip Yozdil'den hoşlanmam. Zaten daha önce yazılarındaki o aşağılık tavrından dolayı kendisiyle ilgili yazmıştım. Buna ek olarak, şu son hafta içinde önemli bir şeyi daha fark ettim. Aynı anda kendime yönelik bir özeleştiri yapmak için de not düşüyorum bunu: Yozdil'e hayran bir insan, bünyemde (ve de yüzümde) bol asitli soda etkisi yaratıyor. Galiba bu insanları sevemem.
Belki de baştan beri sert çıktığım bir tavrın tuzağındayım. Önyargının kol gezdiği toptancı bakışa doğru yol mu alıyorum? Bilemem. Ancak Yozdil'in - bariz - yeni modernleri kışkırtmaya oynayan, kelime ufandılarıyla dolu, fikir yoksunu satırlarıyla coşuyorsa insan, yaşamdaki hazlarımızın en yakın iki ucu bile yabancıdır birbirine.
Yozdil'in bozuk saat misali iki kez doğruya ayna tutan fikir beyan etmesi, toplamdaki eksi bakiyesini sıfırlamaz. Haklı olduğu iki eleştiri varsa; faşizan, ukalâ ve ayrımcı - hatta bazen düpedüz küstah - ahkâmlarının ceremesini sineye mi çekmeliyiz? Hiç sanmıyorum. Yozdil, okunsa bile ciddiye alınmayacak bir 'fıkra' yazarıdır.
Gençler, 'hastasıyız' çekiyorlar Atatürk'e benzeyen gür kaşlarıyla Ege Denizi'ne mert bakışlar atan Yozdil'e. Neden teveccüh buyuruyorlar? Var belki bir kaç düşüncem bu noktada da:
1. "Vatansever" payesini parlak bir şekilde taşır. Ki hazretin bu uğurda zılgıt atmadığı insan, kurum, kuş, böcek kalmamıştır. Vatanseverin makbul öfkesini soluksuz haykırıyor pis domuzların suratına. Ve üzerine tükürdükleri "vatan hainine" dönüşüveriyor ânı ânına...
2. Dobradır üstad. Dobralığı, şanındandır. Küfür edilecekse çekinmez (ki haklı olduğu bir konudur, bir küfür içte kalmamalıdır), iki harfin yerini değiştirip yine yazar. Ve bu komik kaçan kelime işleri, "Vay babam, sakınmamış yine sözünü" ile karşılanır.
3. Sıkıştığında zengin çekmecesinden bir anti-kahraman çekip masanın üzerine koyar ve onu yazar: Hain, gerici, türbanlı, kürt, RTE, eşcinsel, dinci, maganda, cahil, doğulu, yobaz, sanat düşmanı, hacı, soyguncu, harem ağası... Üretkendir.
4. Okur gündeminin takipçisidir. O yüzden eşsiz 'fikri takibi' ile nam salmıştır.
5. Ulu önder Atatürk'e şeksiz şüphesiz tapınmanın her merhaleye sinmiş işaretleriyle saygınlık edinir. Muhteşem sorgulayıcı 15 yıllık eğitim sürecinde Atatürk'ten başka yüce insan tanıyamamış (ya da tanıtılmamış, at gözlüklü) bir nesil, "tek liderin" saldırılarla yıpratıldığı ortamda bu şövalyeyi candan destekler.
---
Yeni kuşağın parlak ve güzellikte yarışan genç kadınları, düşüncelerini sığlaştırıp, fikir ishali oluyorlar Yozdil'in yozlaşmış diliyle...
Yapmayın, açılın dünyaya. 30'lu ve 40'lı yılların saldırganlığını yansıtan arkaik tonuyla gazetecilik mesleğinin canına okuyan böyle yaratıkları okuyup da dört başı mamur bir fikir edinemezsiniz.
Ha, biz okuyacağız diyorsunuz. Buyrun, "Türkiye Türklerindir" Hürriyet, sayfa üç. Kimsenin yazma hakkının elinden alınmasına gönlüm razı değil tabii... Hayatının sonuna kadar yazsın, siz de feyzinizi alıp, ezberinizi edin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)