Yılların hızlı devinimini ve dünyanın lanet olasıca bir portakal kadar küçük olduğunu dün yine idrak ettim. Bundan 10 yıl önce çılgınlar gibi sevdiğim ve hayatta en azından bir kez güzel yüzünü yakından görmeyi dilediğim Martina Hingis'i izledim dün. Sıradan bir insan için erişilmesi zor görünen bir zirvenin fethiydi benim için. Açıkça itiraf edeyim, özel bir heyecan yaratmadı bünyemde. Ama önemli bir an olduğu için buraya kaydını uygun gördüm.
Beyinsiz Anna K ile birlikte, İngiliz ikili Hobbs/Smith'e karşı Wimbledon'da 'Legends doubles' turnuvasının ilk maçını oynadı dün Martina. 4 bin kişilik Kort 2'de 400 koltuğu boştu sadece. Maçı kazandılar. Hala iyi tenis oynadığını gördük. Yarım elle oynamasına karşın, yine mükemmel toplar attı. Allah vergisi bir yeteneğe sahip olduğunu oynadığı topun her santiminde gördük. Hele ki bir de yeteneksiz salakla yan yana gelince, bu farkı daha iyi süzdük.
Maç bitimi fotoğraf çekmek için çıkış kapısına gittim. Benim öküzlüğüm; kitabımı getirmemişim. Önümdeki Japon, kendisine bilet imzalatırken, bir metre mesafeden resim çekmekle yetindim. Darısı İstanbul'a davet ettiğimizde yiyeceğimiz yemeğe deyip, sineye çektim mecburen.
Martina Hingis, yaşamımı değiştiren insanların başında yer alır. Ona tutkulu geçirdiğim altı yılda öğrendiklerimi, yaşadıklarımı ve bana kattıklarını hiçbir zaman yabana atmayacağım. Hingis'e olan tutkum olmasaydı, bugün sahip olduğum yetilerin yarısı eksik kalacaktı. Sırf bu yüzden, hep özel bir yerde olacak benim için.
30 Haziran 2010 Çarşamba
28 Haziran 2010 Pazartesi
Yorum farkı
BBC'de Almanya-İngiltere maçının anlatıcısının, skor 3-1 iken tribündeki Rolling Stones solisti Mick Jagger görüntüsü üzerine söyledikleri: "Yeea... It could be Rolling Home... "
Başarılı üstadımız Ömer Üründül, "çok güzel gol, çok güzel pas" diye yorum yapmaya devam etsin.
Başarılı üstadımız Ömer Üründül, "çok güzel gol, çok güzel pas" diye yorum yapmaya devam etsin.
27 Haziran 2010 Pazar
Clapham Common 2
Clapham Common
Üç gündür Londra'nın güneyinde Clapham Common'ın tam karşısında küçük bir hotelde kalıyoruz. Wimbledon'a dört-beş mil uzaklıkta çok güzel bir yer burası. Clapham Common, hayli geniş bir ortak kullanım alanı. Geniş bir düzlük. İçinde bisiklet kullananlar, sabahtan akşama kadar hiç boş olmamak şartıyla yüzlerce (evet, her yaştan yüzlerce, abartmıyorum) gerçek birer atlet gibi ekipmanlarıyla koşan insan, frizby'den futbola, rugby'den aerobik'e kadar envai çeşit spor yapan tipler, bikiniyle güneşlenen peynir tenli İngiliz kızları, çocuğunu gezdiren anneler gibi envai çeşit insana rastlayabiliyorsunuz.
Bir kaç saat önce Almanlar'dan 4 yiyerek Güney Afrika 2010'a veda eden İngiltere'de - rahatlamak için midir bilinmez - millet kendini komple uçsuz bucaksız gibi görünen bu meraya atmış, güneşleniyor. Düzlükte güneşlenen 500 kişi... Düşünebiliyor musunuz?
Ancak asıl ilginç olan (ki Bülent buna benzer bir uygulamanın Türkiye'de de bir ara yapıldığını ama tutmadığını söyledi. Ama ben ne duydum, ne gördüm), kullanılmayan kitapların insanlar tarafından common'ın kenarına köşesine bırakılması. Ben, park kutusunun üzerinde iki tane kitap gördüm, birini aldım. Burada amaç, okunmuş kitapların sirkülasyona girmesini sağlamakmış. Her kitap alan yenisini bırakıyormuş. Benim bir kitap borcum var şu an. Bırakıcam cuma gününe kadar...
Aldığım kitabı 10 yıl arasam bulamam heralde: The Year of The Rose. İngiltere rugby takımının 1991'deki grand slam'ini anlatan bir almanak. 190 sayfa ve mükemmel resimlere sahip. İnanılmaz bir düşeş!
22 Haziran 2010 Salı
Taymis yolcusu kalmasın
Cuma günü (25 Haziran) Wimbledon için Londra'ya gidiyorum. 10 gün yokum. Bu süreçte orada da e-yazıtımız için güzel malzemeler toplarım inşallah. Ama gitmeden şu şaheseri sizinle paylaşayım istedim. Zafer Gazetesi'nde 1951'in 20 Temmuz'unda yayınlanmış, Mümtaz Faik isimli üstadımızdan bir Londra gezi yazısı. Herşeyi yüce milletimize mal etmenin gayretlerinin çevrelediği yazının satır araları pek bir keyifli...
LONDRA'NIN CANI: TAYMİS (Meşhedi'nin dediği gibi, Londra'nın ismi Levent-Dere'den mi geldi?)
Yazan: Mümtaz Faik Fenik
Senelerce içinde yaşadığımız bir şehrin tarihini coğrafyasını pek merak etmeyiz de yabancı bir kente gittiğimiz zaman derhal tarihçi kesiliriz. Ve büyük bir tecessüsle şehrin gelmişini, geçmişini öğrenmeğe kalkarız.
Kaç İstanbullu Kariye Camii'ni görmüştür; veyahut Yerebatan Sarayı'nı ziyaret etmiştir? Ama bir de Londra kalesini görmeyen ecnebi var mıdır diye sorunuz. Ben eminim ki hiç bir turist burasını sekip atlamamıştır!
Belki Londra isminin de nereden geldiğini merak edenler bulunur. Soran olursa, mihmandarlar, veyahut alakalılar cevap veremeyecek duruma düşmesin diye bizim ziyaret programımızın içine dahi Londra hakkında ansiklopedilerden ayıklanmış, temizlenmiş birtakım malumat koymuşlardır. 'Selt'ler zamanında güya Göl Kalesi manasına gelen bir isimden geliyormuş. Sonra Romalılar zamanında Londinicun en büyük bir askeri merkez ve iş sahası olmuş!...
Kimi Londra der, kimi London der geçer. Fakat şimdi ansiklopediyi filan bir kenara bırakalım da bizim Meşhedi'nin bir izahına bakalım: Galiba Londra'nın aslı 'Leventdere' idi. Yine Meşhedi'ye göre, eski harflerle yazılan Levent-Dere'yi Londra şeklinde okumak kabildi. LEvent-Dere ise Taymis'tir. Çünkü hakikaten Londra demek Taymis demek, Taymis demek Londra demektir. Koca şehrin bir Şimal Denizi'ne bir dakikada döktüğü suyu bilmem ama İngiltere'yi altınla suladığı muhakkaktır.
Taymis nispeten bodur sayılır, boyunun üç yüz kilometreden biraz fazla olduğunu söylüyorlar. Şimalde Eton'dan Vindsor'a, büyük meraları sular. Oksford'da Kembriç'le yarış edecek kürekçiler yetiştirir, Rişmon'u yıkar ve nihayet Londra'ya hayat verir.
(....)
Haydpark'ın çiğ'i, sevgisiz genç kızın göz yaşı, sarmaşıkların vernik'i, asfaltların rengi ve ihtiyar binaların küherçilesi, Taymis'in sisi ve pusudur. Açıldığı zaman Londra'nın gözü açılır, kapandığı zaman Londra'nın Big-ben saatiyle zamana bakan gözleri miyop olur.
Hitap kelimeleri
TV ve internet'in konuşma diline etkisiyle çeşitlenen ve çirkinleşen hitaplar hakkında yazmayı istiyordum uzun bir süredir. İlham şimdi geldi.
Farkındasınız değil mi, genç yaştakilerin garipleşen hitap kelimelerini? Argodan böbürlenmeye kadar uzayan geniş bir algı yelpazesinde dile giderek yerleşen çirkin hitaplar/yakıştırmalar üzerine bir çetele çıkardım. Okuyun bakalım, ekleyeceğiniz/çıkaracağınız olacak mı?
Dayı: Son on yılın popüler kelimelerinden. Kullanım alanı orta-alt eğitim seviyesindeki ve 'delikanlı' geçinen kitle. Çirkin ve sert.
Hacı: Dinsel çağrısımlı bu hitap iki şekilde kullanılıyor. Birincisi, kelime olarak karşılama ihtimali yüksek 'sakallı ve yaşlı' adamlara. Diğeri ise arkadaş arasında samimiyet göstergesi olarak. Samimi mi? hiç sanmıyorum.
Moruk: Listemizin en çirkini. Kelime zaten yeterince pis, bir de argoda iyice yerleşip de üst üste kullanıldığında tam bir 'ayılık gösterisine' dönüşüyor.
Üstad: Ortalama bir tabir. Nurcu tayfada pek yaygındır. Baktığın zaman saygıdeğer duruyor. Bana nedense sadece 'Necip Fazıl'ı hatırlatıyor. Bendeniz ise sadece kelime anlamı yerini bulduğunda; yani alanında duayen isimleri tanımlarken kullanırım.
Eleman: 18-28 kitlesinin 'pelesenk' hitaplarından biri. Anonim insanları anlatmak için kullanılır. Ekşisözlük gibi dil katliamcısı oluşumlar sayesinde hızla yaygınlaştı.
Osman: Bir ara erkek organına deniyordu. Şimdi, gereksiz, dangoloz insanlara takıştırılıyor. İyi de niye Osman?
Necati: Hor görülen bir erkek ismi daha. Anlam kaymasına uğramış, 'Şapşal' anlamında kullanılıyor (Örnek: Necati misin olum?). Kullanım alanı az.
Kanka (yer yer Kanki): En yaygın gençlik hitabı. Yalama oldu. Sinir olduğum bir sesleniş.
Bilader: Benim en çok kullandığım günlük hitap. 'Birader', büyüklenme edebiyatı ürünü olduğundan, yumuşatıyorum. Çevremdekiler de alıştı. Fena değil. Moruk'tan iyi en azından!
Arkadaşım: Vurguya göre, samimiyetten soyutlanmış bir hitap. Zaman zaman 'dikte etme', 'üste çıkma' veya 'laf geçirme' için kullanılabiliyor. Şu güzelim kelimeyi bile piç edebiliyoruz ya, aferin bize.
Aşkım: Kadınların samimiyet göstergesi. Ama ota boka aşkım deyince bir anlamı kalmıyor.
Farkındasınız değil mi, genç yaştakilerin garipleşen hitap kelimelerini? Argodan böbürlenmeye kadar uzayan geniş bir algı yelpazesinde dile giderek yerleşen çirkin hitaplar/yakıştırmalar üzerine bir çetele çıkardım. Okuyun bakalım, ekleyeceğiniz/çıkaracağınız olacak mı?
Dayı: Son on yılın popüler kelimelerinden. Kullanım alanı orta-alt eğitim seviyesindeki ve 'delikanlı' geçinen kitle. Çirkin ve sert.
Hacı: Dinsel çağrısımlı bu hitap iki şekilde kullanılıyor. Birincisi, kelime olarak karşılama ihtimali yüksek 'sakallı ve yaşlı' adamlara. Diğeri ise arkadaş arasında samimiyet göstergesi olarak. Samimi mi? hiç sanmıyorum.
Moruk: Listemizin en çirkini. Kelime zaten yeterince pis, bir de argoda iyice yerleşip de üst üste kullanıldığında tam bir 'ayılık gösterisine' dönüşüyor.
Üstad: Ortalama bir tabir. Nurcu tayfada pek yaygındır. Baktığın zaman saygıdeğer duruyor. Bana nedense sadece 'Necip Fazıl'ı hatırlatıyor. Bendeniz ise sadece kelime anlamı yerini bulduğunda; yani alanında duayen isimleri tanımlarken kullanırım.
Eleman: 18-28 kitlesinin 'pelesenk' hitaplarından biri. Anonim insanları anlatmak için kullanılır. Ekşisözlük gibi dil katliamcısı oluşumlar sayesinde hızla yaygınlaştı.
Osman: Bir ara erkek organına deniyordu. Şimdi, gereksiz, dangoloz insanlara takıştırılıyor. İyi de niye Osman?
Necati: Hor görülen bir erkek ismi daha. Anlam kaymasına uğramış, 'Şapşal' anlamında kullanılıyor (Örnek: Necati misin olum?). Kullanım alanı az.
Kanka (yer yer Kanki): En yaygın gençlik hitabı. Yalama oldu. Sinir olduğum bir sesleniş.
Bilader: Benim en çok kullandığım günlük hitap. 'Birader', büyüklenme edebiyatı ürünü olduğundan, yumuşatıyorum. Çevremdekiler de alıştı. Fena değil. Moruk'tan iyi en azından!
Arkadaşım: Vurguya göre, samimiyetten soyutlanmış bir hitap. Zaman zaman 'dikte etme', 'üste çıkma' veya 'laf geçirme' için kullanılabiliyor. Şu güzelim kelimeyi bile piç edebiliyoruz ya, aferin bize.
Aşkım: Kadınların samimiyet göstergesi. Ama ota boka aşkım deyince bir anlamı kalmıyor.
İddaan sarmış dört bir yanımı...
Yağmur patlamak üzere. Mecidiyeköy'de atladım taksiye, 'Beşiktaş iskele' dedim, 'Aralardan gidelim'... Bıyıksız, gömlekli taksi şoförü girdi aralara bir yerlere, Fulya'dan aşağı iniyoruz. Taksi konuşkanı değilimdir. Konu açılırsa belki bir iki çift laf ederim.
Trafikte gıdımsal tonlarda ilerlerken, zart diye 'Gana yendi abicim İtalya'yı' dedi, dikiz aynasından bana bakarak. Genç yaşta bir erkek müşteriyle en kestirme muhabbet yolu ne olabilir diye beyninden bir sağlama yaparak bu sonuca varmıştı muhtemelen. 'Haa, iyi o zaman, İtalya'yı hiç sevmem' dedim.
Sustum. Ekledi, 'Şeyler de şeyleri yendi. Luganoların takımı, Santosları yendi'. Cevap vermedim. Ama o zaman kafaya dank etti. Ulan bi saniye? Gana, İtalya, Uruguay? Bu taksici 'futbol kültürlüsü' geçinmeye çalışırken bayaa sallıyordu galiba. Ben bile şu yarım yamalak futbolla ilgilenir halimle, (şoför Uruguay'ı işin içine katınca) zenciliklerinden dolayı Gana zannettiği takımın Güney Afrika, rakiplerinin de Fransa olduğunu çaktım...
İşte, futbolu sevdiğini sandığımız, 'yeşil ve yarım gazete' tüketicisi kitle böyle bir şeydi: Güney Afrika-Fransa'yı Gana-İtalya ile harmanlayacak yuvarlak düşünceli adamlar. Spor medyamızın hizmet verdiği kitle de yarı yarıya böyleydi. Fotospor'da çalışırken defalarca gördüğüm tiplerden biri yine karşıma çıkmıştı. Allah iyiliğini versin boş adam.
Bugün Newsweeek'te okuduğum haber geldi aklıma hemen. Türkiyeliler, gerçekten futbolu falan sevdiği yoktu; saçmalıkları seviyordu. Atıp tutmayı, 'Nesine?' kültürünü seviyordu. 'Oolum varya' iddiacılığını ve 'Sana bişe söylim mi' bilgiçliğine hastaydı bu toprağı ezenlerin azımsanmayacak bir bölümü. (Ferahlayarak söylüyorum; iyi ki hepsi değil.)
Newsweek Türkiye'nin bu sayısında (sayı 87), 'Konuşuyoruz ama pek İzlemiyoruz' başlıklı son sayfadaki araştırmada, sokaklarda atılıp tutulduğu kadar DK finallerinin izlenmediği vurgulanıyordu. Araştırmaya göre nüfusuna oranla en çok futbol izleyen ülkeler klasmanında Uruguay, İtalya ve Hırvatistan ilk üçü alırken, Türkiye 45'inci sıradaydı. İlginç olan, 2002'de üçüncü olurken bile 41'incilikte bulunmasıydı.
Trafikte gıdımsal tonlarda ilerlerken, zart diye 'Gana yendi abicim İtalya'yı' dedi, dikiz aynasından bana bakarak. Genç yaşta bir erkek müşteriyle en kestirme muhabbet yolu ne olabilir diye beyninden bir sağlama yaparak bu sonuca varmıştı muhtemelen. 'Haa, iyi o zaman, İtalya'yı hiç sevmem' dedim.
Sustum. Ekledi, 'Şeyler de şeyleri yendi. Luganoların takımı, Santosları yendi'. Cevap vermedim. Ama o zaman kafaya dank etti. Ulan bi saniye? Gana, İtalya, Uruguay? Bu taksici 'futbol kültürlüsü' geçinmeye çalışırken bayaa sallıyordu galiba. Ben bile şu yarım yamalak futbolla ilgilenir halimle, (şoför Uruguay'ı işin içine katınca) zenciliklerinden dolayı Gana zannettiği takımın Güney Afrika, rakiplerinin de Fransa olduğunu çaktım...
İşte, futbolu sevdiğini sandığımız, 'yeşil ve yarım gazete' tüketicisi kitle böyle bir şeydi: Güney Afrika-Fransa'yı Gana-İtalya ile harmanlayacak yuvarlak düşünceli adamlar. Spor medyamızın hizmet verdiği kitle de yarı yarıya böyleydi. Fotospor'da çalışırken defalarca gördüğüm tiplerden biri yine karşıma çıkmıştı. Allah iyiliğini versin boş adam.
Bugün Newsweeek'te okuduğum haber geldi aklıma hemen. Türkiyeliler, gerçekten futbolu falan sevdiği yoktu; saçmalıkları seviyordu. Atıp tutmayı, 'Nesine?' kültürünü seviyordu. 'Oolum varya' iddiacılığını ve 'Sana bişe söylim mi' bilgiçliğine hastaydı bu toprağı ezenlerin azımsanmayacak bir bölümü. (Ferahlayarak söylüyorum; iyi ki hepsi değil.)
Newsweek Türkiye'nin bu sayısında (sayı 87), 'Konuşuyoruz ama pek İzlemiyoruz' başlıklı son sayfadaki araştırmada, sokaklarda atılıp tutulduğu kadar DK finallerinin izlenmediği vurgulanıyordu. Araştırmaya göre nüfusuna oranla en çok futbol izleyen ülkeler klasmanında Uruguay, İtalya ve Hırvatistan ilk üçü alırken, Türkiye 45'inci sıradaydı. İlginç olan, 2002'de üçüncü olurken bile 41'incilikte bulunmasıydı.
20 Haziran 2010 Pazar
Newsweek özel foto sayısı
Türkiye'de de zaman zaman iyi fotoğraf albümleri yayınlanıyor. Ama yaratıcı fikir konusunda çok iyi olduğumuzu söylemek pek mümkün değil.
Dünyanın en iyi haftalık haber-analiz dergisi olan (en azından en iyilerinden birisi olduğu kesin) Newsweek'in özel bir edisyonunu buldum bugün tesadüfen Kabalcı'da: 100 Places to Remember Before They Disappear (Yokolmadan önce hatırlanacak 100 yer). Newsweek editörlerinin özel seçimleriyle oluşturulmuş mükemmel fotoğraflarla ortaya çıkmış bir özel sayı. 21 TL'ye satılıyor.
Bu özel dergi sayılarına meraklı biri olarak hemen kaptım. Zaten dünya çapında da sınırlı sayıda basılmış. Başka da yoktu rafta, geçmiş olsun alacaklara... Yeryüzünün mucizevi güzelliklerine, usta fotoğrafçıların vizöründen yapacağınız gezinti ve bu güzelliklerin yaşadığı tehditlerden haberdar olmak, canını sıkıyor insanın. Yine de bu mucizevi anlara şahit olmamak, eksiltiyor insanı. Bilmek, ilgilenmek, tanımak lazım...
Daha ayrıntılı bilgi ve online sipariş için bu linke bakınız.
Dünyanın en iyi haftalık haber-analiz dergisi olan (en azından en iyilerinden birisi olduğu kesin) Newsweek'in özel bir edisyonunu buldum bugün tesadüfen Kabalcı'da: 100 Places to Remember Before They Disappear (Yokolmadan önce hatırlanacak 100 yer). Newsweek editörlerinin özel seçimleriyle oluşturulmuş mükemmel fotoğraflarla ortaya çıkmış bir özel sayı. 21 TL'ye satılıyor.
Bu özel dergi sayılarına meraklı biri olarak hemen kaptım. Zaten dünya çapında da sınırlı sayıda basılmış. Başka da yoktu rafta, geçmiş olsun alacaklara... Yeryüzünün mucizevi güzelliklerine, usta fotoğrafçıların vizöründen yapacağınız gezinti ve bu güzelliklerin yaşadığı tehditlerden haberdar olmak, canını sıkıyor insanın. Yine de bu mucizevi anlara şahit olmamak, eksiltiyor insanı. Bilmek, ilgilenmek, tanımak lazım...
Daha ayrıntılı bilgi ve online sipariş için bu linke bakınız.
16 Haziran 2010 Çarşamba
Yağ bidonum
Doksanların ortasında çevreci duyarlılıklar 'Ne ayaksın lan sen, çevreci misin?' diye ti'ye alınırdı. Okuyup/yazmanın 'entel dantel' işler olduğu dönemden bahsediyorum. Galiba o kadar geri değiliz şimdilerde, ama buzullar gıdım gıdım üzerimize doğru gelirken hala 'gereksiz işler bunlar' diye görenler var mı bu önlemleri, merak ediyorum doğrusu. Gelecek korkusu sarıyor insanları az da olsa, felaket filmlerinin büyük katkısıyla...
Yıllarca deli gibi kalem pil tükettikten sonra olayın vehametini anlayıp şarjlı pile geçen ve de çöpe kesinlikle pil atmayan, yayında elinden geldiğince az kağıt kullanan, sigara içmeyen birisi olarak minimal önlemlerime bir yenisini daha eklemiş bulunmaktayım. Gerçi BP, insanlık olarak üç yüz yıl boyunca sürekli denize işesek ancak verebileceğimiz zararı Meksika Körfezi'nde patlayan rafinerisiyle iki ayda amorti etti. Ne yapalım, elimizden geldiğince denizimizi koruyalım bari. Bir kaşık, bir kaşıktır.
Kızartma yağı atıklarının doğada dönüşümü en zor atıklardan biri olduğu, dahası deniz yüzeyince hacminden çok daha büyük bir alanda canlıları mahvettiği bilgisini aldım ve 'atık yağ toplama' istasyonlarının varlığından yeni haberdar oldum. Eh, üzerinize afiyet kızatmayı seven biri olarak lavaboya döktüğüm yağları düşündüm sonra. Üzüldüm tabii bu gaddarlıktan dolayı.
Derhal 10 kiloluk bir su damacanasını yağ bidonu yaptım. Bakalım ne zaman dolacak? Hem bir oburluk göstergesi olarak istatistik birimi olacak şahsıma, hem de denizdeki martılar küfür etmeyecek bana. Ara ara yağ seviyesi hakkında buraya da yazarız.
Gördüğünüz gibi, tarih 16 Haziran 2010, dolululuk oranı yüzde 1.
Yıllarca deli gibi kalem pil tükettikten sonra olayın vehametini anlayıp şarjlı pile geçen ve de çöpe kesinlikle pil atmayan, yayında elinden geldiğince az kağıt kullanan, sigara içmeyen birisi olarak minimal önlemlerime bir yenisini daha eklemiş bulunmaktayım. Gerçi BP, insanlık olarak üç yüz yıl boyunca sürekli denize işesek ancak verebileceğimiz zararı Meksika Körfezi'nde patlayan rafinerisiyle iki ayda amorti etti. Ne yapalım, elimizden geldiğince denizimizi koruyalım bari. Bir kaşık, bir kaşıktır.
Kızartma yağı atıklarının doğada dönüşümü en zor atıklardan biri olduğu, dahası deniz yüzeyince hacminden çok daha büyük bir alanda canlıları mahvettiği bilgisini aldım ve 'atık yağ toplama' istasyonlarının varlığından yeni haberdar oldum. Eh, üzerinize afiyet kızatmayı seven biri olarak lavaboya döktüğüm yağları düşündüm sonra. Üzüldüm tabii bu gaddarlıktan dolayı.
Derhal 10 kiloluk bir su damacanasını yağ bidonu yaptım. Bakalım ne zaman dolacak? Hem bir oburluk göstergesi olarak istatistik birimi olacak şahsıma, hem de denizdeki martılar küfür etmeyecek bana. Ara ara yağ seviyesi hakkında buraya da yazarız.
Gördüğünüz gibi, tarih 16 Haziran 2010, dolululuk oranı yüzde 1.
14 Haziran 2010 Pazartesi
Ez cümle, tek cümle...
Konuya bu satırlarda uzun uzadıya dalarsam, kötü olur. Kendimi kaybederim, çok pis söverim. O yüzden şu yazısındaki orospuluğu yüzünden Sibel Arna denen köşe tavşanına tek cümlem var. Madem kendisi bu kadar rahatlıkla insanları aşağılayabiliyor, daha ileri gidenlere de hazırlıklıdır. Ben kendisinden daha ileri gidiyorum: Yakalarsam çok kötü tecavüz ederim.
13 Haziran 2010 Pazar
Uçsuz bucaksız adam: Cemil Meriç
Yaşam boyunca binlerce 'önemli insan' ismi çalınır kulağımıza. Hepsinin yıllar sonra bile anılmasını sağlayan bir yapıtı, bir fikri ya da bir hizmeti var kuşkusuz. Bu adamları tanıdıkça genişleyip, açılırız denizde...
Cemil Meriç ismini duyupta 'Kimmiş bu adam abicim, her yerde Meriç, meriç...' deyipte kitabını elime aldığımda lise 2'deydim. Jurnal ve Bu Ülke'yi başlayıp, bir nane anlamadığım için bıraktığımı hatırlıyorum.
Neredeyse 15 yıl sonra, Bu Ülke'yi yetişkin bir insan ve fikirleri olgunlaşmış bir birey olarak okudum. Ve şunu anladım: Çok ciddi bir birikimi olan Cemil Meriç, zaten bu yaşlar içinmiş. Nietzsche'yi nasıl 20 yaşın altında ancak leblebi tozu gibi okuyabilirse insan, Meriç'i de ancak belli bir fikir genişliğine sahip olunca okuyabilirmiş.
Cemil Meriç, bu ülkenin belki de en önemli düşünce adamlarından biri. Bir takımın fikriyatındaki Hint ve Doğu (İslam coğrafyası) yönelimi nedeniyle soğuk durduğu, bazılarının da kendi özelindeki Marksizm sentezine kıl olduğu bu sıradışı adam 71 yıllık ömründe yazdıklarıyla yaşamımıza fener oluyor bugün. Olağanüstü fikir katmanlarıyla gerçek bir fikir abidesinden bahsediyorum size. İletişim'den çıkan külliyatını kütüphaneye eklemek şart oldu.
Bu Ülke'den koparttığım şu satırlara bakınız lütfen:
'Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım hiç değilse. Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi.'
'Benim dünyam minnacık bir dünya. Minnacık veya sonsuz. Kavgadan kaçtım. Kavgadan, yani kör döğüşünden.'
'Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: Bu canım memleket, bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir.'
Ve en muhteşemi de şu:
'Kitap, istikbale yollanan bir mektup... smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete... biri zamanın dışındadır, öteki 'an'ın ta kendisi. Kitap beraber yaşar sizinle, beraber büyür. Gazete, okuyunca biter. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. (...) Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar. (...) Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş, merak eden yok.'
13 Haziran 2010, Cemil Meriç'in 23. ölüm yıldönümüydü. Saygıyla anıyoruz.
Cemil Meriç ismini duyupta 'Kimmiş bu adam abicim, her yerde Meriç, meriç...' deyipte kitabını elime aldığımda lise 2'deydim. Jurnal ve Bu Ülke'yi başlayıp, bir nane anlamadığım için bıraktığımı hatırlıyorum.
Neredeyse 15 yıl sonra, Bu Ülke'yi yetişkin bir insan ve fikirleri olgunlaşmış bir birey olarak okudum. Ve şunu anladım: Çok ciddi bir birikimi olan Cemil Meriç, zaten bu yaşlar içinmiş. Nietzsche'yi nasıl 20 yaşın altında ancak leblebi tozu gibi okuyabilirse insan, Meriç'i de ancak belli bir fikir genişliğine sahip olunca okuyabilirmiş.
Cemil Meriç, bu ülkenin belki de en önemli düşünce adamlarından biri. Bir takımın fikriyatındaki Hint ve Doğu (İslam coğrafyası) yönelimi nedeniyle soğuk durduğu, bazılarının da kendi özelindeki Marksizm sentezine kıl olduğu bu sıradışı adam 71 yıllık ömründe yazdıklarıyla yaşamımıza fener oluyor bugün. Olağanüstü fikir katmanlarıyla gerçek bir fikir abidesinden bahsediyorum size. İletişim'den çıkan külliyatını kütüphaneye eklemek şart oldu.
Bu Ülke'den koparttığım şu satırlara bakınız lütfen:
'Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım hiç değilse. Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi.'
'Benim dünyam minnacık bir dünya. Minnacık veya sonsuz. Kavgadan kaçtım. Kavgadan, yani kör döğüşünden.'
'Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: Bu canım memleket, bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir.'
Ve en muhteşemi de şu:
'Kitap, istikbale yollanan bir mektup... smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete... biri zamanın dışındadır, öteki 'an'ın ta kendisi. Kitap beraber yaşar sizinle, beraber büyür. Gazete, okuyunca biter. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. (...) Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar. (...) Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş, merak eden yok.'
13 Haziran 2010, Cemil Meriç'in 23. ölüm yıldönümüydü. Saygıyla anıyoruz.
9 Haziran 2010 Çarşamba
Yeni dergi: Atlas Tarih
Türk yayıncılık hayatının en özel dergilerinden biri olan coğrafya-keşif dergisi ATLAS, yeni bir dergiyle piyasada. Haziran 2010 itibariyle rafa çıkan yeni dergi, ATLAS Tarih. Popüler Tarih yayıncılığında (ki derginin ilk sayısında da Türkiye'deki tarih dergisi yayıncılığı ile ilgili güzel bir yazı var) son dönemdeki hareketlilik üzerine Doğan-Burda da işe el attı.
İlk sayı fena değil gibi görünüyor. Dün aldım, henüz okumadım. Ama ilk sayıyı kesinlikle almanızı tavsiye ederim. Çünkü yanında muhteşem bir hediye vermişler: Abdülhamit Dönemi İstanbul'u (1876-1909) fotoğraf albümü. Dönemin fotoğrafları, Yıldız Sarayı albümlerinden derlenmiş. Olağanüstü bir arşiv. 142 sayfalık bu kitap, meraklılarının kütüphanesinde mutlaka bulunmalı.
Doğuş Grubu'nun 1.5 yıldır çıkan NTV Tarih'i ve Hıncal'ın tarihçi yampirisi 4.Murat Bardakçı önderliğinde (geçiniz efenim, Erhan deme bana, geçinizzz) yayın hayatına iki hafta önce başlayan ve pazar günleri gazeteyle verilen Habertürk Tarih'ten sonra yeni bir yayınımız daha oldu. Sevindirici.
3 Haziran 2010 Perşembe
Gush Shalom harekete geçti
Online üyesi olduğum İsrail barış hareketi Gush Shalom'un sözcüsü Adam Keller'den az önce mesaj geldi. Gush Shalom hareketi, yarın (4 Haziran Cuma) ve cumartesi İsrail'in üç bölgesinde barış yanlısı ve devlet karşıtı Yahudiler ve Filistinli Arapların katılımıyla üç miting düzenliyor. Mitingin amacı, Türk yardım filosuna yapılan saldırı sonrasında ortaya koyulacak tepkiler ve şu anda yolda olan İrlanda bandralı diğer gemi 'Rachel Corrie'ye izin verilmesine odaklanacak. Eylemler, 5 Haziran 1967'den itibaren süren Gazze ve Batı Şeria'daki İsrail işgalinin 43. yıl dönümü nedeniyle önem taşıyor.
1 - 4 Haziran saat 11'de İsrailli eylemciler konvoyu Maccabim'den Batı Şeria'ya gidilecek. Bu eylemde Gush Shalom kurucusu Uri Avnery ve Filistinli otorite Mustafa Barguti de yer alıyor.
2 - 5 Haziran Cumartesi saat 19.00'de Tel Aviv'deki Rabin Meydanı'nda başlayacak gösteri Museum Plaza'da sonuçlanacak. Burada da 43 yıllık işgalin derhal bitirilmesi çağrıları yapılacak. Katılımcılar arasında Hadaş Komünistleri, Barış Şimdi hareketi, Banki, Meretz, Barış Savaşçıları gibi örgütler var.
3 - 4 Haziran Cuma saat 13.00'te Kudüs'te ilk intifadadan bu yana düzenli olarak eylem yapan Siyahlı Kadınlar (Women in Black) hareketi toplanıyor.
Destekliyorum.
Daha fazla ayrıntı: www.gush-shalom.org
1 - 4 Haziran saat 11'de İsrailli eylemciler konvoyu Maccabim'den Batı Şeria'ya gidilecek. Bu eylemde Gush Shalom kurucusu Uri Avnery ve Filistinli otorite Mustafa Barguti de yer alıyor.
2 - 5 Haziran Cumartesi saat 19.00'de Tel Aviv'deki Rabin Meydanı'nda başlayacak gösteri Museum Plaza'da sonuçlanacak. Burada da 43 yıllık işgalin derhal bitirilmesi çağrıları yapılacak. Katılımcılar arasında Hadaş Komünistleri, Barış Şimdi hareketi, Banki, Meretz, Barış Savaşçıları gibi örgütler var.
3 - 4 Haziran Cuma saat 13.00'te Kudüs'te ilk intifadadan bu yana düzenli olarak eylem yapan Siyahlı Kadınlar (Women in Black) hareketi toplanıyor.
Destekliyorum.
Daha fazla ayrıntı: www.gush-shalom.org
YÖ hakkında Allah ne verdiyse...
Bizim baltazar Dağhan'ın gmail-buzz'ım sayesinde eriştiğim, bazen işe yarayan 'ördek suyuna tivitinden' (twitter hesabı) ulaştığım bir link, marksist.org. Güzel bir fikir-zikir alemi. Marksist olmanız gerekmiyor illa, girişte anket yok. Girin bi bakın. Beyinsiz Hürriyet'i falan okumaktansa, çok daha düzgün, aklı başında, insani şeyler okumuş olursunuz en azından.
Yine orangutan görüşlerinden bir tutam saçıvermiş etrafa YÖ. Marksist.org editörü de bunu üzerine almış eline oklavayı. Buyurunuz, okuyunuz.
Yine orangutan görüşlerinden bir tutam saçıvermiş etrafa YÖ. Marksist.org editörü de bunu üzerine almış eline oklavayı. Buyurunuz, okuyunuz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)