27 Kasım 2010 Cumartesi

Teknoyla dans eden giysiler

Yüksek seste, birbiri ardına sıralanmış rahatsız edici sesler ve ritimlerle dolu, tempolu 'müzükler'. Britney Spears'ın saçma sapan Toxic şarkısının 'gıygıy' altyapısının gırla gittiği 12 koca saat. Bu koşullarda çalışanların beyinlerine acıyorum.

İşyerlerini bir düşünün. Sinema salonları, berberler, marketler... Hangi mağazalar sürekli (ama sürekli, hiç ara vermeden, lanet olası bir işeme arası dahi vermeden dostum!) dünyanın en gerizekalı şarkılarını çalıp müşterisinin beyninin içine s.çar? Bildiniz siz onu.

Giyim sektörüyle son ses tekno/dans/pop müzik arasındaki bağlantıdan bahsediyorum. İki ayda eskiyen yamuk yumuk melodili şarkıların acaba enerjiyi yansıttığı mı düşünülüyor? Gençler enerjik bir biçimde geliyor, basları yüksek vuran Kim Kay'dan Lilali eşliğinde bir kot yerine iki kot mu alıyor?

Hangi işletme müdürünün özürlü beyninden çıktıysa geri çeksin şu her yere yayılan fikrini bir zahmet. Kafamız kazan oldu.

Sinema: Into The Wild

Amerikan sinemasında beni etkileyen son film, galiba American Beauty (1999) idi. Son yıllarda daha çok Avrupa ve Hollywood dışı sinemaya ilgi duymam nedeniyle çok az Amerikan filmi izledim. Son 5 yılda 100 film izlediysem bunların sanırım 20'si ancak Amerikan yapımıdır.

Pek çok klişeyi sinemaya taşısa da, Amerikalıları küçümsüyor değilim. Hala sektörün en saygın isimlerinden çoğu Amerikan film endüstrisi içinde çalışıyor ve iyi işler üretiyor: Dün akşam uyarlama senaryosunu yazıp yönettiği Into The Wild'i izlediğim saygın sinemacı Sean Penn gibi.

Into The Wild, Jon Krakauer'in aynı isimli sarsıcı kitabından uyarlanma müthiş bir gerçek yaşam hikayesi. West Virginia'lı Christopher McCandless'in genç yaşta bağımsız ve bağlantısız bir yaşam için iki yıl süren 'saf yaşam' öyküsü. Karakterin hedefi, filmin başlarında arayışını anlatırken söylediği gibi: Absolute Freedom (Mutlak özgürlük).

Temel hikaye, üniversiteden çok iyi bir dereceyle mezun olduğu 1990 baharında anne-babasının kendisine almak istediği yeni arabayı reddederek başlayan bir öze yolculuk. 24 bin dolarlık birikimi ve banka kartlarını ateşe verdiği sahne gibi kapitalizme sert tokatlar sıralayan sahnelerle dolu filmin, baştan sona sarsılmaz bir çevrecilikle örüldüğünü görüyoruz. Chris'in (ikinci yaşamına kendisinin 70'lerin kült grubundan esinlenerek koyduğu yeni ismiyle Alexander Supertramp'ın) vahşi yaşama giden yolculuğunun Arizona çöllerinden, Los Angeles şehir keşmekeşine ve olayın şekillendiği mucize minibüsün bulunduğu Alaska'ya kadar her planında küresel ısınma ve çevre felaketleriyle ilgili minik veriler ve mesajlar yakalamak mümkün. Sean Penn, bunları muhteşem doğa manzaraları eşliğinde bazen izleyenin canını yakacak şekilde vermiş.

Baba Bush'un Irak'a operasyon gerekçelerini sıraladığı TV konuşması, 15 yıl sonra Penn'in oğul Bush'un canını sıkan Irak ziyaretindeki eleştirisinin devamı gibi. Filmin epik son planı dışında en etkileyici sahne, Alexander'in tek çeyreklik demir para ile ailesini aramaya niyetlendiği anda yan telefon kabininde süresi bitmek üzere olduğunu söyleyerek yalvaran adama elindekini uzatması olsa gerek. Yaşamda sadece beş saniyelik yer tutan bu küçük an, toplamda o kadar hayati bir etki yaratıyor ki, bilemezsiniz.

Into The Wild, çok başarılı uyarlanmış gerçek bir yaşam öyküsü. Oyunculuğuna kimsenin itirazının olmadığı Sean Penn'in kamera arkasında da başarılı olacağının kanıtı.

Notum: 10 üzerinden 8.5

Son anda farkettim: Aldığım DVD'nin diskinin üzerinde kopyalayan elemanın keçeli kalemle yazdığı isim duruyor. Info the Wild. :))

E-yazıt ayrılığı

Belirli bir aralıkla yazmamama rağmen, Çekoslovak'a bu ay neden az giriş yaptığıma dair açıklama yapmak istiyorum. Sebep, ay başında taşıdığım ev.

Bahçeköy'den taşındım ve 5 Kasım itibariyle geçtiğim yeni evde henüz internet bağlantımın olmaması (bina yeni olduğu için telefon hattı aktif değil) internette geçirdiğim günlük saat ortalamasını 8-12'den 1-3'e düşürdü. Dolayısıyla e-yazıt'a birşeyler yazma fırsatı bulamadım. Ev bağlantım - umuyorum - iki hafta içinde yeniden sağlanacak ve Çekoslovak'taki fikir paylaşımımızın yoğunluğu aylık 10-15 giriş seviyesine gelecek.

18 Kasım 2010 Perşembe

İhtiyaç duyulan TV

15 Kasım, gece saat 01:30. Habertürk'ün süper güzeli Simge'nin balta bir arkadaşla yaptığı fazla kakara-kikiri ama 'sıradışı' futbol programı bitmiş, 'zaplayıver çekirge' olmuştum.

TV'nin ilk 10 kanalına kaydettiğim haber televizyonlarının altında benzer bantlar dönüp duruyor: 'İskenderun'da 4.9'luk deprem oldu.' Öylesine bakınırken, tekrar Habertürk'e döndüğümde gördüm ki, Mehmet Ali Kılıçbay program yapıyor! Türkiye'nin en önemli entellektüellerinden biri olan Kılıçbay'a popüler haber yapmayı şiar edinmiş bir ekranın açılmış olması hoşuma gitti. Ha, gecenin bir saati belki, ama Yaşar Nuri Öztürk'ü, Cüppeli Ahmet'i, Ümit Kocasakal'ı ya da Ahmet Maranki'yi görmekten yeğdir. Saati ne olursa olsun...

Üstelik gündüz saatlerinde de NTV'de Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şerif Mardin (böyle bir üçlünün derinliği, herhalde Türkiye'deki başka hiç bir kombinasyonda bulunamaz) yeni bir program başlamışken, bu formatın yükselişe geçmesi çok iyi oldu. 'Aptal kutusunu' bir nebze olsun faydalı işlere ayırsın artık yayıncılar.

Aslında Türkiye'de dinlemeye değer insan sayısı hiç az değil. Sorun ekranlara bin yılda bir çıkartılmalarından kaynaklanıyor. Admlar

Hem NTV'ye, hem Habertürk'e bu programlardan dolayı teşekkürler. Devamı gelsin. Alev Alatlı, Tanıl Bora, Mete Tunçay, Yıldırım Türker de bir program yapsa ne deli olur oysa ki... Rasim Ozan-Ümit Zileli kombinasyonuna ekranını açan Skytürk'e duyurulur.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Kayıp Ahu Özyurt

En son Yiğit 'Baltacan' Bulut ile yaptığı kavganın ardından Bloomberg'e şutlandığını duyduğum, ama uzun bir süredir - devamlı bir TV izleyicisi olmadığım için olsa gerek - izini kaybettiğim başarılı haberci Ahu Özyurt, Habertürk'ten ayrılmış ve bir ara benim de çalıştığım internet sitesi Gazeteport'ta yazmaya başlamış. Kadınların çıkardığı Kuraldışı Dergi'de Berin Yavuzlar'ın Özyurt ile yaptığı röportajdan öğreniyoruz ki, bayağı bir mevzu olmuş ayrılma sürecinde...

Daha önce de belirttiğim üzere, Türkiye'deki en yetenekli kadın haberciler arasında ilk sıraya koyduğum böylesine iyi bir gazetecinin şu an işsiz olması (Gazeteport'a iş falan diyemeyiz), medyamıza küfür etmek için önemli bir gerekçe.

Ahu, çok önemli cümleler söylemiş röportajda; beni şaşırtan bazı görüşlerini de açık etmesinin yanında... Örnek; Çiğdem Anad'a büyük haberci muamelesi yapması, hiç katılmadığım bir görüştür. Ama röportajda 'eline yüzüne bulaştırmanın ağa babası' Yiğit'e yılın lafını söylemiş:

"- Bilmediği bir suda olimpiyat yüzücüsü zannediyor kendisini."

Tez zamanda iş bula ve güzel haberlerini izlete bizlere...