31 Ocak 2010 Pazar
Medya bağımlılık endeksi
Türk medyası, son yıllarda ne kadar yandaş medya oldu? Cevabı, kesin çizgilerle vermek çok zor olmasa gerek. AKP yandaşı olmadan önce de çeşitli siyasi erklerin 'yandaşı' olduğunu bildiğimiz bu iflah olmaz medyanın, son yıllarda iyiden iyiye dengesiz bir kutuplaşmaya gittiğini, Ergenekon, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararları, TSK ile ilgili mevzular hem de açılım haberlerinde medyayı A ve B grubu diye çizgiyle bölebilecek kadar netleştiğini görebiliyoruz.
El değiştirdikten sonra Sabah'taki gözle görülen AKP tarafgirliği, normalde sağ cenahta bir yayın olmasına karşın nispeten demokrat bir çizgisi olan, ancak son iki yılda zıvanadan çıkıp Cumhuriyet'in Fetullahçı versiyonuna dönüşen Zaman'ın saçmalıkları, Hürriyet'in etli-sütlüye karışmayan lay-lay-lom tarzı, Koza Grubu'nun Bugün'ü, kim iktidar olursa onun karısı olan TRT'nin Erdoğan'ın haremine girmesi, medyadaki dengeyi iktidar lehine bozmuş görünüyor. Cumhuriyet'ten Sözcü'ye, Avrasya TV'ye sayısı azalan 'karşı cenah' da - herhalde dengeyi sağlamak için - Allah ne verdiyse saçmalıyorlar bazen o ayrı.
Medya-iktidar ilişkileri, basın özgürlüğü konusunda her yıl bir rapor yayınlayan Freedom House'un 2009 medya özgürlük raporu açıklandı. Ülke bazında basın özgürlüğünün belirleyen kriterlerin değerlendirildiği listede İzlanda, 9 'ceza puanıyla' dünyanın en özgür medyasına sahip ülke olarak çıktı. Listenin ilk 10'u Avrupa ülkelerinden oluşurken, Türkiye 50 ceza puanıyla Arnavutluk, Komor Adaları ve Tanzanya ile 101. sırayı paylaşıyor. Türkiye'den daha özgür olan ülkeler arasında Mozambik, Moğolistan, Botswana, Barbados gibi ülkeler var. Listede İngiltere'nin 27. sırada yer alması bana ilginç geldi. Benim okuduklarıma bakılırsa, kesinlikle daha ileride yukarıda bulunması gerekiyor.
Listedeki 195 ülkenin 70'i özgür, 61'i kısmen özgür, 64'ü ise bağımlı sınıfında bulunuyor. Son sırada 98 ceza puanıyla Kuzey Kore, onun önünde Türkmenistan, Burma, Libya, Eritre ve Küba yer alıyor.
Belediye... 'Belle diye'...
Avustralya Açık yoğunluğu bitti. 10 gündür sıkı yayınlar yüzünden pek e-yazıta bakamadım. Yazalım birşeyler o zaman.
Bir iki gün önce Bakırköy tarafına bir işim düştü. Yeşilyurt'a gittim. Yolda, Ataköy 5. kısımın oralarda garip bir tabela gördüm, yol kenarındaki yeşilliğin içinde: 'Bu alan Bakırköy Belediyesi tarafından sizler için satın alınmış ve yeşil alana dönüştürülmüştür'
Garipsedim tabii... Ama, aklıma hemen başka örnekler geliverdi. Demek ki, bu belediyelerin bir nevi zorunluluğu olmuş. Hizmetlerini halkın gözüne sokarak reklam yapmaya... Bunlar senin zorunlu hizmetlerin kardeşim. Koskoca Bakırköy Belediyesi 100 metre kare alanı yeşil alan yaptım diye reklam yapmak zorunda hissediyorsa vay halimize... Eskaza bir spor tesisi, bir kültür evi, kapsamlı bir altyapı hizmeti, bir ulaşım çözümü sunarsa naneyi yedik. Tesisten büyük tabela yaptırırlar.
Aklıma gelen diğer örneklerden demet derdim size:
Samsun'da Büyükşehir Belediyesi, 2005'te biten Otogar binasını açtı. Otogar binasının üzerinde, şehre neredeyse 10 kilometre kala görünen nal gibi harflerle başkan efendi kendi adını yazdırdı: YUSUF ZİYA YILMAZ OTOGARI... Hazret de ekleseydiniz?
Benzerini bundan 20 yıl önce kentin ilk büyük bulvarını açan eski başkan Kemal Vehbi Gül'de yapmıştı. Sonra seçimi kaybedince, ardılı olan Muzaffer Önder, bulvarın adını 100. Yıl Bulvarı'na çevirdi.
Sarıyer Belediyesi, Kilyos'a giden öğrenciler ve üç tane vatandaş için sabah ve akşam iki gidiş gelişli ücretsiz bir sefer başlatmış. Güzel hizmet. Ama öyle bir vaveyla, reklam ve şaşaalı reklam yaptı ki, bu reklama harcadığı parayla bir aylık benzin parası çıkardı bu seferlerin. Bir de Bahçeköy'ün tam girişine asılan, 'Sarıyer Belediye Başkanımız Şükrü Genç'e otobüs seferleri için teşekkür ederiz. Bahçeköy Halkı' pankartı da inandırıcı olsa iyi.
Klasik belediyeci taktiğidir. Özellikle Şişli'deyken çok görürdüm bunları. Mustafa Beyler (Sarıgül) bir güvercine yem verse, ertesi gün Halaskargazi'de (Şişli'yi Taksim'e bağlayan en işlek cadde) pankart: 'Güvercinleri doyuran Sayın Başkanımıza teşekkür ederiz. Şişli Esnafı'
Yemeyin bizi... Belediye, iyice 'belle diye' yapıyor bunları. Kimsenin öyle yok otobüs kalktı, yok kıl oldu, yün oldu diye cebinden para verip pankart yaptıracak hali yok.
Bir iki gün önce Bakırköy tarafına bir işim düştü. Yeşilyurt'a gittim. Yolda, Ataköy 5. kısımın oralarda garip bir tabela gördüm, yol kenarındaki yeşilliğin içinde: 'Bu alan Bakırköy Belediyesi tarafından sizler için satın alınmış ve yeşil alana dönüştürülmüştür'
Garipsedim tabii... Ama, aklıma hemen başka örnekler geliverdi. Demek ki, bu belediyelerin bir nevi zorunluluğu olmuş. Hizmetlerini halkın gözüne sokarak reklam yapmaya... Bunlar senin zorunlu hizmetlerin kardeşim. Koskoca Bakırköy Belediyesi 100 metre kare alanı yeşil alan yaptım diye reklam yapmak zorunda hissediyorsa vay halimize... Eskaza bir spor tesisi, bir kültür evi, kapsamlı bir altyapı hizmeti, bir ulaşım çözümü sunarsa naneyi yedik. Tesisten büyük tabela yaptırırlar.
Aklıma gelen diğer örneklerden demet derdim size:
Samsun'da Büyükşehir Belediyesi, 2005'te biten Otogar binasını açtı. Otogar binasının üzerinde, şehre neredeyse 10 kilometre kala görünen nal gibi harflerle başkan efendi kendi adını yazdırdı: YUSUF ZİYA YILMAZ OTOGARI... Hazret de ekleseydiniz?
Benzerini bundan 20 yıl önce kentin ilk büyük bulvarını açan eski başkan Kemal Vehbi Gül'de yapmıştı. Sonra seçimi kaybedince, ardılı olan Muzaffer Önder, bulvarın adını 100. Yıl Bulvarı'na çevirdi.
Sarıyer Belediyesi, Kilyos'a giden öğrenciler ve üç tane vatandaş için sabah ve akşam iki gidiş gelişli ücretsiz bir sefer başlatmış. Güzel hizmet. Ama öyle bir vaveyla, reklam ve şaşaalı reklam yaptı ki, bu reklama harcadığı parayla bir aylık benzin parası çıkardı bu seferlerin. Bir de Bahçeköy'ün tam girişine asılan, 'Sarıyer Belediye Başkanımız Şükrü Genç'e otobüs seferleri için teşekkür ederiz. Bahçeköy Halkı' pankartı da inandırıcı olsa iyi.
Klasik belediyeci taktiğidir. Özellikle Şişli'deyken çok görürdüm bunları. Mustafa Beyler (Sarıgül) bir güvercine yem verse, ertesi gün Halaskargazi'de (Şişli'yi Taksim'e bağlayan en işlek cadde) pankart: 'Güvercinleri doyuran Sayın Başkanımıza teşekkür ederiz. Şişli Esnafı'
Yemeyin bizi... Belediye, iyice 'belle diye' yapıyor bunları. Kimsenin öyle yok otobüs kalktı, yok kıl oldu, yün oldu diye cebinden para verip pankart yaptıracak hali yok.
27 Ocak 2010 Çarşamba
Rafael giderse...
(Bu yazım, tenisdunyasi.net'te 27 Ocak 2010 tarihinde yayınlanmıştır.)
Bugün Reuters'in geçtiği bir değerlendirme haber gördüm. Eurosport, web sitesinde "Nadal'ın kariyerinin sonu mu?" başlığıyla vermiş metni... Üzerine bir Rafael Nadal yazısı yazmak şart oldu. Tenisin en önde karakterlerinden birinin zoraki gidişi - sadece spekülasyon olduğunu umuyoruz - ne getirir, ne götürür, iyi düşünmek lazım.
Rafael giderse, azim biter. Başarının anahtarı azim, yeni kapılar açamadan kilidin içinde kırılır. Örnek alınası pozitif yapıcı duygunun parmakla gösterilecek en temiz uygulayıcısı, elimizden kayar gider.
Giderse O, tenisin her seferinde duyguları boğazda düğümleyen en büyük rekabeti topal kalır. Yıllar, yıllar içinde edinilecek tüm rekabetlerde hep bir yön eksik olur. Karakter, oyun, stil, kişilik ve karizma başlıkları altında birbirini eşsiz bir yap-boz ayarında tamamlayan bir başkasını yerine koymak çok zaman alır.
Rafael'in gidişi, zafere giden yolda inancı zayıflatır. 'Terin son damlası' yaşamdaki pratiğinden azat olup, yeniden klişe olarak deyimler sözlüğündeki sayfasına döner. Dünya gözüyle mucizeler görmeyi çok bekleriz.
Rafa 'Artık ben gideyim' derse, alçakgönüllü sportmenlik düzeneği sarsılır. Ortalıkta 'bir turnuvayla olanlar' fink atar. Şampiyonluğunda ölçülü sevinen, kaybettiğinde kusuru oyununa bulan ve tüm rakiplerinin hakkını teslim eden, 'polemiksiz süper yıldız' örneğinin içi boşalır. Gözü yaşlı rakibine başını dayayıp teselli edecek kadar samimi adam ararız çok. Ve korkarım ki, bulamayız.
Rafael Nadal gidiverirse, naiflik özlenir. Minicik bir kasabadan nakış gibi işleyerek oluşturulan örnek başarı hikayesi masalsılaşır. Artık minicik kasabalardan tekil çabalarla değil, dev endüstrilerden fabrikasyon yıldızlar türer.
Rafael gitmeye karar verirse, Spartaküs, Kirk Douglas'sız kalır.
Matador Rafa ayrılık diye diretirse, modern dünya tarihine geçen spordaki İspanyol devrimi, en önemli önderlerinden birine ağlar. Yerine kimseyi koyamazlarsa da, fetret devrini müteakiben çöküş başlar. Kısacası, lokomotifsiz vagonlar yürümez.
Rafael giderse, kızlar günlerce ağlaşır. Sponsor firmaların yönetim katı acil toplantıya girer. Amca Toni'ye baskı artar. Adamcağızın hayatı zehir olur.
Rafael giderse, Sampras'ın öksüzü Paris gibi, New York yıllarca umutsuzca onu bekler.
Rafael Nadal zamansız giderse, demokrasi kaybeder, monarşiye döneriz...
Bugün Reuters'in geçtiği bir değerlendirme haber gördüm. Eurosport, web sitesinde "Nadal'ın kariyerinin sonu mu?" başlığıyla vermiş metni... Üzerine bir Rafael Nadal yazısı yazmak şart oldu. Tenisin en önde karakterlerinden birinin zoraki gidişi - sadece spekülasyon olduğunu umuyoruz - ne getirir, ne götürür, iyi düşünmek lazım.
Rafael giderse, azim biter. Başarının anahtarı azim, yeni kapılar açamadan kilidin içinde kırılır. Örnek alınası pozitif yapıcı duygunun parmakla gösterilecek en temiz uygulayıcısı, elimizden kayar gider.
Giderse O, tenisin her seferinde duyguları boğazda düğümleyen en büyük rekabeti topal kalır. Yıllar, yıllar içinde edinilecek tüm rekabetlerde hep bir yön eksik olur. Karakter, oyun, stil, kişilik ve karizma başlıkları altında birbirini eşsiz bir yap-boz ayarında tamamlayan bir başkasını yerine koymak çok zaman alır.
Rafael'in gidişi, zafere giden yolda inancı zayıflatır. 'Terin son damlası' yaşamdaki pratiğinden azat olup, yeniden klişe olarak deyimler sözlüğündeki sayfasına döner. Dünya gözüyle mucizeler görmeyi çok bekleriz.
Rafa 'Artık ben gideyim' derse, alçakgönüllü sportmenlik düzeneği sarsılır. Ortalıkta 'bir turnuvayla olanlar' fink atar. Şampiyonluğunda ölçülü sevinen, kaybettiğinde kusuru oyununa bulan ve tüm rakiplerinin hakkını teslim eden, 'polemiksiz süper yıldız' örneğinin içi boşalır. Gözü yaşlı rakibine başını dayayıp teselli edecek kadar samimi adam ararız çok. Ve korkarım ki, bulamayız.
Rafael Nadal gidiverirse, naiflik özlenir. Minicik bir kasabadan nakış gibi işleyerek oluşturulan örnek başarı hikayesi masalsılaşır. Artık minicik kasabalardan tekil çabalarla değil, dev endüstrilerden fabrikasyon yıldızlar türer.
Rafael gitmeye karar verirse, Spartaküs, Kirk Douglas'sız kalır.
Matador Rafa ayrılık diye diretirse, modern dünya tarihine geçen spordaki İspanyol devrimi, en önemli önderlerinden birine ağlar. Yerine kimseyi koyamazlarsa da, fetret devrini müteakiben çöküş başlar. Kısacası, lokomotifsiz vagonlar yürümez.
Rafael giderse, kızlar günlerce ağlaşır. Sponsor firmaların yönetim katı acil toplantıya girer. Amca Toni'ye baskı artar. Adamcağızın hayatı zehir olur.
Rafael giderse, Sampras'ın öksüzü Paris gibi, New York yıllarca umutsuzca onu bekler.
Rafael Nadal zamansız giderse, demokrasi kaybeder, monarşiye döneriz...
25 Ocak 2010 Pazartesi
Kapakta 'pişti' olmak
Bir dergi editörü olarak duruma hassasiyet göstermem normaldir sanırım. Brezilya'nın iki önemli haber dergisi, bu haftaki kapaklarında aynı resmi basmışlar. Garip olan, 5 gün sonra piyasaya çıkan Veja'nın rakibini gördükten sonra aynı resmi kullanması... Özellikle kullanmışlar sanki.
Söz konusu dergiler, ülkenin dev yayın grubu Globo bünyesindeki Epoca ile Abril Grubu'na ait Veja (Bakış)... Bu hafta Haiti'deki büyük depremi aynı çarpıcı fotoğrafla kapak yapmışlar.
23 Ocak 2010 Cumartesi
Wikimapia
İşte bir muhteşem internet hizmeti daha! Google, Microsoft'un canına okumaya niyetli. Yine süper bir hizmeti fani insanlığın hizmetine sunmuşlar: Wikimapia.
Tüm dünyayı uydu resimleriyle taradığımız gelişmiş Google Maps'in bir tür işlenilebilir versiyonu diyebiliriz bu şanlı hizmete. Resimlerin üzerinde tek tek seçip tanımlama yapabiliyor, adres ve bilgi ekleyebiliyorsunuz. Böylece hiç bilmediğiniz bir kentte bile Cemil İpekçi Apartmanı'nı elinizle koymuş gibi bulabilir ve kapısını tıklatabilirsiniz. Cemil Bey evde olur mu, onu bilemem. Onu yazmamışlar...
Bakın şurdan, görün.
15 Ocak 2010 Cuma
İki Malatyalı hakkında...
Papa suikasti suçlusu Mehmet Ali Ağca, 18 Ocak'ta, 'içerdeyken' dumansız hava sahasına dönüşen atmosfere dahil oluyor. 52 yıllık yaşamının yarıdan fazlasını içerde geçiren, doğal olarak bu süre içinde yaşadığı baskıyla Mesih olduğunu dahi ilan eden (daha da vahimi dışarıda müritleri oluşan) bir adama dönüşen tetikçi, artık aramıza karışacak. Kısa sürede yaşama adapte olabilirse, TV'lerde yorumlar yapacak, dergide köşesi olacak, teşkilatta el öptürecek...
Medya, gökte ararken yerde bulduğu 'katilin boynuna atılacak' ve anılarını deşesiye sorular soracak. Kırmızı koltuklarda oturup, yakıcı spot ışığı ve bitmek tükenmek bilmez sorulardan olabildiğince kaçarak, bir yandan da delikanlılığı elden bırakmadan nutuklar verecek.
Şerefsiz bir kurşun kurbanı Hrant Dink, 19 Ocak'ta toprak altındaki üçüncü yılını dolduracak... Ağca'nın tahliyesinden bir gün sonra. Bir çırpıda geçen zamanı hatırlayacağız yine... 'Paris'in göbeğinde çıkıp soykırım yoktur, Kızılay'da çıkıp soykırım vardır diye bağıracağım' diyen bu acılı ses, susturulalı üç yıl oldu. Ona, görmezden gelen devletin 'yarım izniyle' kurşun sıkan Ağca-türevi sanıklar, yine 'akıllı olun, akıllı' tehdidini savurarak mahkemelere gelecek. Malatyalı Hrant'ı toprağa düşüren şerefsiz kurşunu ateşleyen parmak havaya kalkacak; tehdit için sallanacak 'davalı' tarafa... Hrant Dink, 'ruh halinin güvercin ürkekliğine' kurban gittiği ülkesinin pak toprağında yatmaya devam edecek, katillerin zihniyeti de kendisine yeni hedefler üretmeye...
Ağca ve Dink... İkisi de Malatyalı. Hangisi daha vatansever? Hangisi barışçıl? Hangisi mazlum? Hangisi örnek insan? İyi düşünün... Kurtlar vadisinin dibinde şarıldıyan soğuk suyu içmeden bir daha düşünün.
---
KONUYLA BAĞLANTILI BİR ÖNERİ: Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın hazırladığı 2010 Ajandaları satışa çıktı. Ben de bugün Ada Kitabevi'nde gördüm ve aldım. Çok özenli hazırlanmış ve içinde önemli bilgilere yer verilmiş. Türkçe, İngilizce ve Ermenice olan ajandayı bir anı olarak alıp saklamanızı tavsiye ederim. Ayrıntılı bilgi bu linkte.
Medya, gökte ararken yerde bulduğu 'katilin boynuna atılacak' ve anılarını deşesiye sorular soracak. Kırmızı koltuklarda oturup, yakıcı spot ışığı ve bitmek tükenmek bilmez sorulardan olabildiğince kaçarak, bir yandan da delikanlılığı elden bırakmadan nutuklar verecek.
Şerefsiz bir kurşun kurbanı Hrant Dink, 19 Ocak'ta toprak altındaki üçüncü yılını dolduracak... Ağca'nın tahliyesinden bir gün sonra. Bir çırpıda geçen zamanı hatırlayacağız yine... 'Paris'in göbeğinde çıkıp soykırım yoktur, Kızılay'da çıkıp soykırım vardır diye bağıracağım' diyen bu acılı ses, susturulalı üç yıl oldu. Ona, görmezden gelen devletin 'yarım izniyle' kurşun sıkan Ağca-türevi sanıklar, yine 'akıllı olun, akıllı' tehdidini savurarak mahkemelere gelecek. Malatyalı Hrant'ı toprağa düşüren şerefsiz kurşunu ateşleyen parmak havaya kalkacak; tehdit için sallanacak 'davalı' tarafa... Hrant Dink, 'ruh halinin güvercin ürkekliğine' kurban gittiği ülkesinin pak toprağında yatmaya devam edecek, katillerin zihniyeti de kendisine yeni hedefler üretmeye...
Ağca ve Dink... İkisi de Malatyalı. Hangisi daha vatansever? Hangisi barışçıl? Hangisi mazlum? Hangisi örnek insan? İyi düşünün... Kurtlar vadisinin dibinde şarıldıyan soğuk suyu içmeden bir daha düşünün.
---
KONUYLA BAĞLANTILI BİR ÖNERİ: Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın hazırladığı 2010 Ajandaları satışa çıktı. Ben de bugün Ada Kitabevi'nde gördüm ve aldım. Çok özenli hazırlanmış ve içinde önemli bilgilere yer verilmiş. Türkçe, İngilizce ve Ermenice olan ajandayı bir anı olarak alıp saklamanızı tavsiye ederim. Ayrıntılı bilgi bu linkte.
12 Ocak 2010 Salı
Yola gelmeler...
Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya, nihayet olan bitene biraz da eleştirel pencereden bakmayı başarmış. Bu ülkenin en tutucu gazetelerinin başında gelen gelenekçi Cumhuriyet'te bu görüşler eskiden sıklıkla yer alırdı. Ama şimdilerde 'insanın köpeği ısırması' gibi seyrek. Şaşırdım açıkçası... Son dönemde Cumhuriyet'te yayınlanan en demokrat yazı şöyle:
Demokrasi ve Cehalet...
Anılar denizinde dolaşıyorum kimi günler...
TEKEL işçilerinin eylemlerinde Alsancak’taki tütün işletlemelerini, vardiya çıkışlarını, Tarık Dursun K.’nın “Hasangiller”ini anımsıyorum. Buca-Alsancak hattındaki banliyö treni ve yaşanan aşklar...
Düşlerimle baş başayım... Yağmalanan dağlarımızı, ovalarımızı düşünüyorum... Kirlenen denizlerimizi, ırmaklarımızı, göllerimizi...
Ulusalcılık ya da yurtseverlik ezilenin yanında olmak, talana, soyguna karşı çıkmak değil midir?
Yıllar dingin bir ırmak gibi akıp gidiyor...
Toplumun kafası o denli karışık ki, Atatürkçülüğü ve ulusalcılığı “şoven milliyetçilikle” karıştıran, “demokrasi, özgürlük” dediğiniz zaman “Türkiye AKP’den askeri darbeyle kurtulur” tezini savunan, çeteleri kahraman gibi görenler bile var.
Umutlarını askere bağlamış toplumun bir kesimi!
Belli bir yaşta olanlar Kenan Evren’in 1982 Anayasası’na mutlaka “evet” oyu vermişlerdir. Dillerinde “ulusalcılık” ve “Atatürkçülük” var yine son günlerde... Demokrasiye, özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne sahip çıkanlara, “Balbay içeride, emekli paşalar dışarıda” diyenlere “dönekler” diyebilecek kadar düşmanlar. Bunların 20-22 yaşındaki teğmenlerin tutuklu olduğundan bile haberleri yok! Bir ülkede teğmenler darbe yapabilir mi?
Açık açık söyledikleri şu: “Asker gelsin bizi kurtarsın!”
Bu darbeci kafalar hâlâ akıllanmadı!
Sanıyorlar ki asker darbe yapınca, Türkiye kurtulacak!
Yazık!
***
12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan ders almamışlar, 27 Nisan “e-muhtırası”nın AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğünün farkına varmamışlar. Acı ama gerçek bu! Tarikatçı yapılanmanın nerelere değin uzandığını bilmezler...
Kolaycıdırlar ve aynı şeyi söylerler, baskıcı bir sivil rejimle karşılaştıklarında:
“Asker gelsin bizi kurtarsın!”
Sol ve sosyalist bir siyasi partiye gir ve demokrasi mücadelesi ver!
Girmezler!
Irkçılık, mezhep ayrımcılığı yaparlar! Her Kürt yurttaşımızı potansiyel terörist görürler!
Uğur Mumcu için gözyaşı dökerler ama o cinayetin ardındaki “büyük patronun kim olduğunu” öğrenmek istemezler.
Hrant Dink öldürüldüğünde zil takıp oynadılar, biliyorum!
Necip Hablemitoğlu cinayetinin tetikçilerinin bulunmadığını bilmezler...
***
Ergenekon davasının tüm sanıklarını “kahraman” olarak görürler; çetelerle, mafyayla bağlantılı olanların arasına yurtsever aydınların, gazetecilerin, bilim insanlarının, dağda PKK’yle savaşan genç subayların konulduğundan haberleri yoktur.
Ergenekon davası sulandırıldı ve dava olmaktan çıktı... Davanın omurgası dönüp dolaşıp Balbay’ın günlükleri üzerine kuruldu, Özden Örnek Amiralin “Darbe Günlükleri” önemsenmedi!
Emekli paşalara, darbeseverlere toz kondurmazlar!
Eski İnönü Üniversitesi Rektörü Fatih Hilmioğlu, Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından.
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Çanak, Hilmioğlu’nun yaşamsal tehlikede olduğu gerekçesiyle salıverilmesini istiyor. Gerekçe olarak da üç saygın hastanenin raporlarını gösteriyor. Hilmioğlu’nun karaciğerinde kanser riski var!
Mahkemenin üç üyesinden ikisi “Hayır, tutukluluk durumu kaldırılmasın” diyor. Benim içimi acıtıyor, ya sizin?
***
Son sözüm yine sözde Atatürkçü ve ulusalcı geçinen takımla, dinci, tarikatçı, liboş tayfaya.
Birbirinizden farkınız yok! Sandıkla gelen sandıkla gidecek!
Ezilenden, hukukun üstünlüğünden, demokrasiden yana olacaksınız; asker, sivil ne olursa olsun baskıcı rejimlere karşı tavır alacaksınız.
Kafatasçılık yapmayacaksınız... Ne Türkçülük ne de Kürtçülük!
Anlaştık mı?
hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr
Demokrasi ve Cehalet...
Anılar denizinde dolaşıyorum kimi günler...
TEKEL işçilerinin eylemlerinde Alsancak’taki tütün işletlemelerini, vardiya çıkışlarını, Tarık Dursun K.’nın “Hasangiller”ini anımsıyorum. Buca-Alsancak hattındaki banliyö treni ve yaşanan aşklar...
Düşlerimle baş başayım... Yağmalanan dağlarımızı, ovalarımızı düşünüyorum... Kirlenen denizlerimizi, ırmaklarımızı, göllerimizi...
Ulusalcılık ya da yurtseverlik ezilenin yanında olmak, talana, soyguna karşı çıkmak değil midir?
Yıllar dingin bir ırmak gibi akıp gidiyor...
Toplumun kafası o denli karışık ki, Atatürkçülüğü ve ulusalcılığı “şoven milliyetçilikle” karıştıran, “demokrasi, özgürlük” dediğiniz zaman “Türkiye AKP’den askeri darbeyle kurtulur” tezini savunan, çeteleri kahraman gibi görenler bile var.
Umutlarını askere bağlamış toplumun bir kesimi!
Belli bir yaşta olanlar Kenan Evren’in 1982 Anayasası’na mutlaka “evet” oyu vermişlerdir. Dillerinde “ulusalcılık” ve “Atatürkçülük” var yine son günlerde... Demokrasiye, özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne sahip çıkanlara, “Balbay içeride, emekli paşalar dışarıda” diyenlere “dönekler” diyebilecek kadar düşmanlar. Bunların 20-22 yaşındaki teğmenlerin tutuklu olduğundan bile haberleri yok! Bir ülkede teğmenler darbe yapabilir mi?
Açık açık söyledikleri şu: “Asker gelsin bizi kurtarsın!”
Bu darbeci kafalar hâlâ akıllanmadı!
Sanıyorlar ki asker darbe yapınca, Türkiye kurtulacak!
Yazık!
***
12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan ders almamışlar, 27 Nisan “e-muhtırası”nın AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğünün farkına varmamışlar. Acı ama gerçek bu! Tarikatçı yapılanmanın nerelere değin uzandığını bilmezler...
Kolaycıdırlar ve aynı şeyi söylerler, baskıcı bir sivil rejimle karşılaştıklarında:
“Asker gelsin bizi kurtarsın!”
Sol ve sosyalist bir siyasi partiye gir ve demokrasi mücadelesi ver!
Girmezler!
Irkçılık, mezhep ayrımcılığı yaparlar! Her Kürt yurttaşımızı potansiyel terörist görürler!
Uğur Mumcu için gözyaşı dökerler ama o cinayetin ardındaki “büyük patronun kim olduğunu” öğrenmek istemezler.
Hrant Dink öldürüldüğünde zil takıp oynadılar, biliyorum!
Necip Hablemitoğlu cinayetinin tetikçilerinin bulunmadığını bilmezler...
***
Ergenekon davasının tüm sanıklarını “kahraman” olarak görürler; çetelerle, mafyayla bağlantılı olanların arasına yurtsever aydınların, gazetecilerin, bilim insanlarının, dağda PKK’yle savaşan genç subayların konulduğundan haberleri yoktur.
Ergenekon davası sulandırıldı ve dava olmaktan çıktı... Davanın omurgası dönüp dolaşıp Balbay’ın günlükleri üzerine kuruldu, Özden Örnek Amiralin “Darbe Günlükleri” önemsenmedi!
Emekli paşalara, darbeseverlere toz kondurmazlar!
Eski İnönü Üniversitesi Rektörü Fatih Hilmioğlu, Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından.
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Çanak, Hilmioğlu’nun yaşamsal tehlikede olduğu gerekçesiyle salıverilmesini istiyor. Gerekçe olarak da üç saygın hastanenin raporlarını gösteriyor. Hilmioğlu’nun karaciğerinde kanser riski var!
Mahkemenin üç üyesinden ikisi “Hayır, tutukluluk durumu kaldırılmasın” diyor. Benim içimi acıtıyor, ya sizin?
***
Son sözüm yine sözde Atatürkçü ve ulusalcı geçinen takımla, dinci, tarikatçı, liboş tayfaya.
Birbirinizden farkınız yok! Sandıkla gelen sandıkla gidecek!
Ezilenden, hukukun üstünlüğünden, demokrasiden yana olacaksınız; asker, sivil ne olursa olsun baskıcı rejimlere karşı tavır alacaksınız.
Kafatasçılık yapmayacaksınız... Ne Türkçülük ne de Kürtçülük!
Anlaştık mı?
hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr
11 Ocak 2010 Pazartesi
Medya tarihi meraklılarına
The Age, Avustralya'da ağırlığı en fazla olan gazete. 1854'ten bu yana yayınlanan Melbourne merkezli gazetenin, 150 yıl özel bölümü çok özenli hazırlanmış. Gazetenin 150 yıllık kronolojisinden seçme fotoğraflar, döneme damga vuran metinler theage.com.au adresindeki internet sitesinde okurlara sunulmuş. Sitenin 150 yıl özel bölümünü, medya tarihine meraklı olanların ziyaret etmesinde fayda var.
Aynı zamanda neredeyse komple bir ülke tarihi anlamına gelen kronolojiyi de inceleyip, Avustralasya tarihini bir çırpıda yalayıp yutabilirsiniz. Özel tavsiyem, gazetenin içinden resimlerin yer aldığı foto galeriyi görmeniz...
The Age - 150 Year Gallery
The Age - 150 Year index
8 Ocak 2010 Cuma
Çöpçüler
Ne zamandır yazmayı düşünüyordum. 24 televizyonundaki Kafa Dengi programında bir çöpçüyü konuk olarak görünce 'artık zamanıdır' dedim; bunu yazalım.
Orta iki veya üçteyim... Bayram adında bir çocuk vardı bizim sınıfta. Bir gün Almancacı kaldırdı kendisini. İsmini söyle, yaşını söyle gibi basit cümlecikler söyletirken kendisine, 'Baban ne iş yapıyor?' diye sordu. 'Belediyede çalışıyor' dedi Bayram, kalın gözlük camının gerisinde buğulanan gözleriyle. 'Memur mu yani?' diye üsteledi hoca. 'Hayır, İşçi' cevabı geldi. O sırada şerefsizlikle bezeli bir ses atlayıverdi arka sıralardan bir yerden: 'İşçi dediği, temizlik işçisi hocam. Çöpçü yani...'
Bir garip oldum. Ders devam ederken, bir iki kez gözüm gitti kendisine. Ortamdan kopmuş, gözler derinlere takılmıştı. Tenefüste ise köşesine çekilmiş, sessizce ağlarken gördüm onu.
O günden beri çöpçülere ayrı bir sempatim vardır. Hayatımızı çekilir kılan, tüm o kokuyu bizler çekmeyelim diye yıllarca ciğerlerine çekip ömürlerini kısaltan, hatta gürültüden rahatsızlık duymayalım diye gece uykusunu feda ederek çalışan, sağlığımızı dolaylı yoldan borçlu olduğumuz bu insanlar, saçma sapan bir 'aşağılama' bakışının kurbanı olurlar.
Çöpçüdür onlar herkesin gözünde. Pislikle uğraşır, argodur, kaba-sabadır, iğrenç kokar. Tulumu üzerinde değilken, günlük yaşamda bile zihinlerden gelen bu kokudan kurtulamazlar bir türlü. Yaptıkları 'adi bir iş' olduğu için dikkate alınmazlar. Kız isterken eğilip bükülürler. Çocukları, Bayram'ın başına geldiği gibi arkadaşlarınca aşağılanır. Şarkılarda bile 'körolasıca' olurlar.
Oysa bu kadir kıymet bilmez insanlar, hiç bir vasfı olmayan iddaa bayii'sine 'iş' anlamında çöpçüden daha fazla değer verir. Saygın bir iş sonuçta iddaa bayii. Çok faydalı bir iş. Çöp toplamakla kıyaslanmayacak derece faydalı... Dört gün çöpleri toplanmadığında anlarlar değerini bu fedakar insanların. Ama gariplerim, bu kadar uzun süreli (4 gün!) eylem yapamayacak kadar mecburdurlar iş verenine.
Kıçını sildiğin kağıdı, fare ölüsünü, dört yaşındaki ufaklığın yırtıp attığı defteri, cam kırıklarını, kokmuş fasülye yemeği ve envai çeşit iğrenç atıkla geçen 20 yılda hizmet ederler televizyonun karşısında esneyen düşünen hayvanlara. Yaranamadıkları gibi bir de 'çöpçü işte p.zevenk' olurlar.
Dönelim 24'teki programa. Programın konuğu Ali Mendillioğlu isminde bir kağıt toplayıcısı. Bu işin bilgesi olmuş, şiirler yazıyor ve elinden iddaa kuponu düşmeyen, babadan meslekli, kravat takmış çoğu ayıdan daha iyi biliyor yaşamı. Atıklardan insan analizi de yapıyor, Dostoyevski'den kendisine yol da çiziyor. Selahattin Yusuf ile Sırrı Süreyya Önder arasındaki uzun süren bir tartışma yüzünden kağıt toplayıcısı Ali iki saatlik programda 10 dakika konuştu belki ama, saygı uyandırdı bende... Şu söyledikleri kaldı aklımda bir de:
- Daha önce de bir iki TV programına çıktım. Bir kaç yıl öncesine kadar bu milletin naif, mazlumun yanında olduğunu düşünürdüm. Bizleri anlayacağını sanardım. Öyle olmadığını gördüm. Onların gözünde biz çingeneyiz, baliciyiz. Çünkü çöpten yaşamımızı kazanıyoruz. Bu yüzden tek bir şey bilirim ben: Doğru yolum isyandır.
Orta iki veya üçteyim... Bayram adında bir çocuk vardı bizim sınıfta. Bir gün Almancacı kaldırdı kendisini. İsmini söyle, yaşını söyle gibi basit cümlecikler söyletirken kendisine, 'Baban ne iş yapıyor?' diye sordu. 'Belediyede çalışıyor' dedi Bayram, kalın gözlük camının gerisinde buğulanan gözleriyle. 'Memur mu yani?' diye üsteledi hoca. 'Hayır, İşçi' cevabı geldi. O sırada şerefsizlikle bezeli bir ses atlayıverdi arka sıralardan bir yerden: 'İşçi dediği, temizlik işçisi hocam. Çöpçü yani...'
Bir garip oldum. Ders devam ederken, bir iki kez gözüm gitti kendisine. Ortamdan kopmuş, gözler derinlere takılmıştı. Tenefüste ise köşesine çekilmiş, sessizce ağlarken gördüm onu.
O günden beri çöpçülere ayrı bir sempatim vardır. Hayatımızı çekilir kılan, tüm o kokuyu bizler çekmeyelim diye yıllarca ciğerlerine çekip ömürlerini kısaltan, hatta gürültüden rahatsızlık duymayalım diye gece uykusunu feda ederek çalışan, sağlığımızı dolaylı yoldan borçlu olduğumuz bu insanlar, saçma sapan bir 'aşağılama' bakışının kurbanı olurlar.
Çöpçüdür onlar herkesin gözünde. Pislikle uğraşır, argodur, kaba-sabadır, iğrenç kokar. Tulumu üzerinde değilken, günlük yaşamda bile zihinlerden gelen bu kokudan kurtulamazlar bir türlü. Yaptıkları 'adi bir iş' olduğu için dikkate alınmazlar. Kız isterken eğilip bükülürler. Çocukları, Bayram'ın başına geldiği gibi arkadaşlarınca aşağılanır. Şarkılarda bile 'körolasıca' olurlar.
Oysa bu kadir kıymet bilmez insanlar, hiç bir vasfı olmayan iddaa bayii'sine 'iş' anlamında çöpçüden daha fazla değer verir. Saygın bir iş sonuçta iddaa bayii. Çok faydalı bir iş. Çöp toplamakla kıyaslanmayacak derece faydalı... Dört gün çöpleri toplanmadığında anlarlar değerini bu fedakar insanların. Ama gariplerim, bu kadar uzun süreli (4 gün!) eylem yapamayacak kadar mecburdurlar iş verenine.
Kıçını sildiğin kağıdı, fare ölüsünü, dört yaşındaki ufaklığın yırtıp attığı defteri, cam kırıklarını, kokmuş fasülye yemeği ve envai çeşit iğrenç atıkla geçen 20 yılda hizmet ederler televizyonun karşısında esneyen düşünen hayvanlara. Yaranamadıkları gibi bir de 'çöpçü işte p.zevenk' olurlar.
Dönelim 24'teki programa. Programın konuğu Ali Mendillioğlu isminde bir kağıt toplayıcısı. Bu işin bilgesi olmuş, şiirler yazıyor ve elinden iddaa kuponu düşmeyen, babadan meslekli, kravat takmış çoğu ayıdan daha iyi biliyor yaşamı. Atıklardan insan analizi de yapıyor, Dostoyevski'den kendisine yol da çiziyor. Selahattin Yusuf ile Sırrı Süreyya Önder arasındaki uzun süren bir tartışma yüzünden kağıt toplayıcısı Ali iki saatlik programda 10 dakika konuştu belki ama, saygı uyandırdı bende... Şu söyledikleri kaldı aklımda bir de:
- Daha önce de bir iki TV programına çıktım. Bir kaç yıl öncesine kadar bu milletin naif, mazlumun yanında olduğunu düşünürdüm. Bizleri anlayacağını sanardım. Öyle olmadığını gördüm. Onların gözünde biz çingeneyiz, baliciyiz. Çünkü çöpten yaşamımızı kazanıyoruz. Bu yüzden tek bir şey bilirim ben: Doğru yolum isyandır.
6 Ocak 2010 Çarşamba
Mısır yönetiminin adiliği
Gazze şeridindeki yardıma muhtaç insanların dört gözle beklediği ABD, İngiltere ve Türkiye'den (IHH) oluşturulan sivil yardım konvoyu, Mısır'ın El Ariş kentinde yeryüzündeki en kişiliksiz liderlerden Hüsnü Efendi'nin keyfi komutları yüzünden şiddete maruz kaldı.
Konvoya karadan ilerlediği Akabe'den girişe izin vermeyip işi uzatan Mısır yetkilileri, ters yönden deniz yönüyle ulaşılan El Ariş'ten de yardımlar için bir sürü zorluk çıkarttı. Yandaki haritada rota ayrıntısı var. 56 aracın giriş vizesi alamaması üzerine yardım konvoyunun protesto eylemi yapması üzerine 2 bin kişilik Mısır polis gücü, herkesi copladı. Konvoydaki Türk, İngiliz, Pakistanlı, İsrailli herkes coplandı. Konvoy lideri Kevin Ovenden'in gönderdiği e-postadan çıkan resim ve videolar pek iç açıcı değil.
Konvoyun başına gelenleri ve projenin ayrıntılarına bu linkten ulaşabilirsiniz.
1 Ocak 2010 Cuma
Hesap etmeden safa geçmek
Karadeniz'de büyüdüm. Türkiye'nin saf, katıksız coğrafyasının tam göbeğinde... Terör olaylarının en yoğun olduğu dönem, biz görece rahattık. 'Burada barınamaz teröristler' diyordu büyükler, o yüzden Samsun'da terör yok.
İlk Kürt arkadaşımı 17 yaşındayken üniversitede edindim. Sonrasında bir Kürt daha tanıdım, bir Kürt daha. Bir tanesine aşık oldum, diğeriyle sırt sırta verip çalıştım, mesai paylaştım. Paramı, güvenimi paylaştım. Sonra Ermeni bir çocukla silah arkadaşlığı yaptım. Annemin küçükken mutfaktan pişen tencereyi arakladığımda, terliği peşimden fırlatırken 'Ermeniii' diye hakaret amaçlı kullandığı kelimenin zararlı birşey olmadığını gördüm. Kardeşim Ermeni'ydi, ben Karadenizli... Böyle bir şey yani. O yeşil gözlü, ben koyu kahve hesabı.
Bizim mahalledeki Özgür, tanıdığım ilk ateistti. Evleri camiye bizimkinden daha yakındı, sabah ezanı kulağında çınlıyor olmalıydı. Belki ezana karşı küfür ederek uyanıyordu her gece, bilemem. Ama hiç mevzumuz olmadı. Sonrasında Yahudi, zenci, eşcinsel, Darwin'e tapan, tasavvufla sıyırmış, Avustralyalı, İngiliz, Amerikalı, İBDA-C militanı, eski kulağı kesik TİKKO'cu bir sürü tanıdığım oldu. Hepsi birer alemdi. Ve hiç biri beni öldürmeye kalkmadı.
Bunların hepsi, Samsun'dan ayrıldıktan sonra oldu. Bana şu ana kadar öğrendiklerimin yüzde 95'ini öğrettiler. Samsun'da da öğrenebilirdim kuşkusuz, ama deneyim edinemezdim. Çünkü çevrem yalıtılmış. Trabzonlu da öğrenemezdi. Kayserili. Manisalı. Ya da Vanlı.
Kürtlerle ilgili hak teslimi konusunda hükümetin beceriksizlikleri ve oy kaygısı kokan hareketler işin içine girmiş gibi görünüyor. Bu ikilem, toplumda net bir çizgi yaratmış durumda. DTP'nin kendisini terör güruhundan ayrı bir yere koyamaması, İzmir'de cisme bürünen ülkenin batısının saldırganlığı üzerine Kürtler'in de basbayağı milliyetçi savlar geliştirmeleri işi yokuşa sürüyor.
İşin kötü tarafı, son zamanlarda aklı selim bildiğim insanların dahi bu konuda - yani herkese tüm özgürlüklerinin verilmesi - konusunda Kürtler'i ayırıyor. 'Hayır' diyorlar, 'İnsanları öldürenlere özgürlük mü verilir?'
Tam da içleri kemiren durumu sona erdirmek için verilir özgürlük. İnsan gibi yaşama hakkı. Birileri terör eylemi yapıyor diye vazgeçilirse, asıl o zaman terör kazanır. Bu çok basit denklemi neden kuramıyor kimse?
İki tarafın da etnik kökeni öne çıkaran milliyetçi cenahının istediği noktaya geliyor açılım. Kürt hareketinde de, Ankara'daki atıp tutan siyasilere taş çıkaran kafatasçı faşistlerin olduğunu daha net gördük bu sayede. Sorunun çözümü, siyasi hesaplardan uzak olmadığı sürece zor. Bunun için sevgili Kürt arkadaşlarımın da Abdullah Öcalan'ı 'tek çare' olarak görmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Bu ülkedeki 20 milyon Kürt'ün kaderi, hapisteki bir müebbet hükümlü tarafından çizilemez.
Hesap etmeden, etrafındaki kalabalığı görüp o tarafta saf tutmadan önce, savaş meydanına ortadan bakmakta fayda var. 30 yıldır silahla çözülmeyen bu sorun, yine silahla çözülmeyecek. Konuşarak, 'ötekiden' korkmayarak ve onunla diyalog kurarak çözülecek.
Herkes hakkını arayacak. Devlet bugüne kadar baskı altında tuttuğu, ezdiği insanları uzun bir süreç sonunda da olsa hakkını verecek. Mecbur buna.
Aleviler semah dönecek, çingeneler buzuki çalıp gönüllerince eğlenecek, Hristiyanlar İncil'ini basıp adam gibi dağıtabilecek, ruhban okulunda din adamını yetiştirecek. Başörtüsü yüzünden hukuk fakültesine giremeyen kızcağıza dokunulmayacak. Kimse eşcinsel diye hakemlikten atılmayacak.
Bu konularda her zaman ufkumuzu açan, bizi uyaran ve uyandıran Baskın Oran'a çok ihtiyacımız olduğu düşüncesindeyim. Konuyu çok güzel özetlediği yazılarıyla ilgili ara sıra sitesine girip okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Buraya yazmayı düşündüğüm İzmirli saçmalıkları konusunda hiçbir şey söylememe gerek bırakmayan yazısını da özellikle salık veriyorum.
baskınoran.com
İlk Kürt arkadaşımı 17 yaşındayken üniversitede edindim. Sonrasında bir Kürt daha tanıdım, bir Kürt daha. Bir tanesine aşık oldum, diğeriyle sırt sırta verip çalıştım, mesai paylaştım. Paramı, güvenimi paylaştım. Sonra Ermeni bir çocukla silah arkadaşlığı yaptım. Annemin küçükken mutfaktan pişen tencereyi arakladığımda, terliği peşimden fırlatırken 'Ermeniii' diye hakaret amaçlı kullandığı kelimenin zararlı birşey olmadığını gördüm. Kardeşim Ermeni'ydi, ben Karadenizli... Böyle bir şey yani. O yeşil gözlü, ben koyu kahve hesabı.
Bizim mahalledeki Özgür, tanıdığım ilk ateistti. Evleri camiye bizimkinden daha yakındı, sabah ezanı kulağında çınlıyor olmalıydı. Belki ezana karşı küfür ederek uyanıyordu her gece, bilemem. Ama hiç mevzumuz olmadı. Sonrasında Yahudi, zenci, eşcinsel, Darwin'e tapan, tasavvufla sıyırmış, Avustralyalı, İngiliz, Amerikalı, İBDA-C militanı, eski kulağı kesik TİKKO'cu bir sürü tanıdığım oldu. Hepsi birer alemdi. Ve hiç biri beni öldürmeye kalkmadı.
Bunların hepsi, Samsun'dan ayrıldıktan sonra oldu. Bana şu ana kadar öğrendiklerimin yüzde 95'ini öğrettiler. Samsun'da da öğrenebilirdim kuşkusuz, ama deneyim edinemezdim. Çünkü çevrem yalıtılmış. Trabzonlu da öğrenemezdi. Kayserili. Manisalı. Ya da Vanlı.
Kürtlerle ilgili hak teslimi konusunda hükümetin beceriksizlikleri ve oy kaygısı kokan hareketler işin içine girmiş gibi görünüyor. Bu ikilem, toplumda net bir çizgi yaratmış durumda. DTP'nin kendisini terör güruhundan ayrı bir yere koyamaması, İzmir'de cisme bürünen ülkenin batısının saldırganlığı üzerine Kürtler'in de basbayağı milliyetçi savlar geliştirmeleri işi yokuşa sürüyor.
İşin kötü tarafı, son zamanlarda aklı selim bildiğim insanların dahi bu konuda - yani herkese tüm özgürlüklerinin verilmesi - konusunda Kürtler'i ayırıyor. 'Hayır' diyorlar, 'İnsanları öldürenlere özgürlük mü verilir?'
Tam da içleri kemiren durumu sona erdirmek için verilir özgürlük. İnsan gibi yaşama hakkı. Birileri terör eylemi yapıyor diye vazgeçilirse, asıl o zaman terör kazanır. Bu çok basit denklemi neden kuramıyor kimse?
İki tarafın da etnik kökeni öne çıkaran milliyetçi cenahının istediği noktaya geliyor açılım. Kürt hareketinde de, Ankara'daki atıp tutan siyasilere taş çıkaran kafatasçı faşistlerin olduğunu daha net gördük bu sayede. Sorunun çözümü, siyasi hesaplardan uzak olmadığı sürece zor. Bunun için sevgili Kürt arkadaşlarımın da Abdullah Öcalan'ı 'tek çare' olarak görmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Bu ülkedeki 20 milyon Kürt'ün kaderi, hapisteki bir müebbet hükümlü tarafından çizilemez.
Hesap etmeden, etrafındaki kalabalığı görüp o tarafta saf tutmadan önce, savaş meydanına ortadan bakmakta fayda var. 30 yıldır silahla çözülmeyen bu sorun, yine silahla çözülmeyecek. Konuşarak, 'ötekiden' korkmayarak ve onunla diyalog kurarak çözülecek.
Herkes hakkını arayacak. Devlet bugüne kadar baskı altında tuttuğu, ezdiği insanları uzun bir süreç sonunda da olsa hakkını verecek. Mecbur buna.
Aleviler semah dönecek, çingeneler buzuki çalıp gönüllerince eğlenecek, Hristiyanlar İncil'ini basıp adam gibi dağıtabilecek, ruhban okulunda din adamını yetiştirecek. Başörtüsü yüzünden hukuk fakültesine giremeyen kızcağıza dokunulmayacak. Kimse eşcinsel diye hakemlikten atılmayacak.
Bu konularda her zaman ufkumuzu açan, bizi uyaran ve uyandıran Baskın Oran'a çok ihtiyacımız olduğu düşüncesindeyim. Konuyu çok güzel özetlediği yazılarıyla ilgili ara sıra sitesine girip okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Buraya yazmayı düşündüğüm İzmirli saçmalıkları konusunda hiçbir şey söylememe gerek bırakmayan yazısını da özellikle salık veriyorum.
baskınoran.com
Etiketler:
Baskın Oran,
Güncel,
Günlük yaşam,
Politika
Emektar gömlek
Yeni yılın ilk yazısına konu olmak da sana düştü, beyaz çizgili siyah gömlek. Gövdemde üç buçuk yılı doldurarak kişisel tarihimde 'en dayanıklı dünyalık' unvanını elde etmiş durumdasın. Hala da gidersin bıraksam, ama seni artık müzeye kaldırmanın vaktidir.
2006'nın mart ayı mıydı, nisan mıydı neydi seni aldığımda. Eminönü-Kapalıçarşı girişinin yan tarafında malları üzerinde etiketi bulunan Polo-Ralph Lauren'de getirtmediği muhakkak olan bir küçük dükkandan aldım seni. Siyahı hep severim. Ondan tercih ettim. 15 lira yetti galiba, esnafın seni poşete koyup bana vermesi için. 15 liracık.
Neler gördün neler... Islandık feci şekilde, belki on kez. İstanbul'da, Antalya'da, Samsun'da... Kuş pisledi bir keresinde üstüne, hatırlıyor musun? Yılmadın. Defalarca o gaddar Arçelik çamaşır makinesinin içinde dönüp durdurdular seni, solmadın. Çizgilerin kadar kesindin hep. Artık rekorunu eline geçirdiğin 8-11 yaşları arasında giydiğim yeşil-beyaz Slazenger spor ayakkabısının pabucunu (kendisi pabuç olduğu için bizatihi şahsını) dama attın.
İçindeki siyah sıfır yaka tişört de eşlik etti bize ara sıra. Alttaki beyazlar sırıttı, 'üste çıkmayı' seven V yaka süveteri de sen sevemedin bir türlü, ondan giymedim. Üzerinde kocaman bir 3 yazan sade tişört en yakın dostun oldu.
Gömleklerin kralı; sırtta geçen üç buçuk yıl sonunda bu yıl seni emekli edeceğim. Bilmiş ol. Hala mihrap yerinde olsa da... Sen de giyim tarihine en efsanevi ürünlerden biri olarak geçeceksin.
2006'nın mart ayı mıydı, nisan mıydı neydi seni aldığımda. Eminönü-Kapalıçarşı girişinin yan tarafında malları üzerinde etiketi bulunan Polo-Ralph Lauren'de getirtmediği muhakkak olan bir küçük dükkandan aldım seni. Siyahı hep severim. Ondan tercih ettim. 15 lira yetti galiba, esnafın seni poşete koyup bana vermesi için. 15 liracık.
Neler gördün neler... Islandık feci şekilde, belki on kez. İstanbul'da, Antalya'da, Samsun'da... Kuş pisledi bir keresinde üstüne, hatırlıyor musun? Yılmadın. Defalarca o gaddar Arçelik çamaşır makinesinin içinde dönüp durdurdular seni, solmadın. Çizgilerin kadar kesindin hep. Artık rekorunu eline geçirdiğin 8-11 yaşları arasında giydiğim yeşil-beyaz Slazenger spor ayakkabısının pabucunu (kendisi pabuç olduğu için bizatihi şahsını) dama attın.
İçindeki siyah sıfır yaka tişört de eşlik etti bize ara sıra. Alttaki beyazlar sırıttı, 'üste çıkmayı' seven V yaka süveteri de sen sevemedin bir türlü, ondan giymedim. Üzerinde kocaman bir 3 yazan sade tişört en yakın dostun oldu.
Gömleklerin kralı; sırtta geçen üç buçuk yıl sonunda bu yıl seni emekli edeceğim. Bilmiş ol. Hala mihrap yerinde olsa da... Sen de giyim tarihine en efsanevi ürünlerden biri olarak geçeceksin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)