Paris-St.Denis'de yapılan 2003 Dünya Atletizm Şampiyonası, benim için farklı bir yerde durur. Zira, o organizasyon canlı yayında anlattığım ilk büyük şampiyona olma özelliğini taşıyor. 9 günde toplam 35 saat yayın yaptığım Paris 2003, pek çok tarihi yarışa izleyicileri ortak etme şansını vermişti bana.
O şampiyonanın sürpriz 100 metre şampiyonu Kim Collins, şimdi 34 yaşında. 1983'te bağımsızlığını kazanan küçük ülkesi St.Kitts and Nevis'in dünyadaki en ünlü yüzü.
İki adadan oluşan St.Kitts and Nevis, 40 binin biraz üzerindeki nüfusuyla Orta Amerika'da Küba, Dominik, Porto Riko, Jamaika, Bahamalar gibi çok daha 'ünlü' ülkelerin içinde bulunduğu West Indies'de yer alıyor.
Bu küçük ülkenin adını tüm dünyaya duyuran atletleri Kim Collins, şimdi yeni bir etkinlikle onore edildi. Collins'in 100 metre dünya şampiyonu olduğu 25 Ağustos, hükümet tarafından 'Kim Collins Günü' olarak ilan edildi. Bundan böyle adalılar, her yıl 25 Ağustos'ta şampiyonları için kutlamalar yapacak ve çeşitli etkinlikler düzenleyecek.
Geçen yıl atletizme veda eden Kim Collins'in adı, daha önce adanın tek otobanına ve en büyük stadyumuna verilmişti.
(Kaynak: Spikes Mag)
29 Ağustos 2010 Pazar
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Sert kadınlar
Spor fotoğrafçılığını sanatla birleştiren harika bir örnek gördüm New York Times'ta. Fotoğrafçı Dewey Nicks, NY Times için 30 Ağustos'ta başlayacak Amerika Açık'ın hemen öncesinde müthiş bir stüdyo çekimi yapmış. 'Çok sert vuran kadınlar' başlıklı konsepte bilinen klişeleri ters yüz eden kadınların fiziksel direnci ve gücünü ön plana çıkaran Nicks, ayrıca gücün arkasına gizlenmiş güzelliği de (Vera Zvonareva örneğinde görülüyor) su üstünde tutmayı ihmal etmemiş...
Elena Dementieva, Serena Williams, Jelena Jankovic, Viktoriya Azarenka, Samantha Stosur ve Kim Clijsters'tan oluşan 13 fotoğraflık galeri ve vuruş anını yavaş çekimde gösteren harika görüntü kayıtlarını NY Times'ın web sitesinde görebilirsiniz.
Elena Dementieva, Serena Williams, Jelena Jankovic, Viktoriya Azarenka, Samantha Stosur ve Kim Clijsters'tan oluşan 13 fotoğraflık galeri ve vuruş anını yavaş çekimde gösteren harika görüntü kayıtlarını NY Times'ın web sitesinde görebilirsiniz.
Etiketler:
Fotoğrafçılık,
İyi işler,
NY Times,
Spor gazeteciliği,
Tenis
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Boykot aslanım, boykot
'Siyaset kafiri' bir insan olarak ülkenin referandum boykotunu en rahat uygulayacaklarından arasındayım. Çünkü oy atmaya gitmedim, gitmem. TV'lerin canlı yayın şehvetini azdıran sidik yarışı ayarındaki 12 Eylül Referandumu'nda da tavrım farklı olmayacak.
---
18, legal porno izlemenin yanında, aynı zamanda oy kullanma yaşı. 18'ime girdiğimde niyet ettim oy kullanmamaya. Beş boş seçim geçti üzerinden, bölmenin arkasındaki sandığın yanı başına sokulmayalı.
Bir arpa boyu yol alındı. Ve hala aynı beylik haykırışlar çınlıyor, milli takım alkışlar coşkunluğundaki kalabalıklara. Karşıya taşlar atılıyor, önceden çalışılmış sıfatlar eklenerek cümlelere. Bağırarak siyaset, başat gidiyor bu mecralarda. Hala.
Ben oy kullanmamaya karar verdiğimde, üniversitenin önünde gözündeki yaşı vakur durmak için özenle dökmemeye çalışan ve kazanılmış hakkı ellerinden alınan başörtülü kadınlara destek için yapmıştım bunu. Bu saçma sapan yasak kalkana kadar kutsallık atfettiğiniz bu görevde (oy atma işlemi) ben yokum. Yasak hala sürüyor, benim inadım da...
Şimdi çok daha fazla gerekçem var: Yalancı özgürlüklerle kandırılmamak için oy kullanmıyorum. Önder Sav'ın, Cemil Çiçek'in, Melih Gökçek'in maaşlarının hukuksal zeminine el vermemek için oy kullanmıyorum. Ciddiye dahi alınmayıp balyalar halinde geri dönüşüm merkezlerine gönderilip gazete kağıdına dönüşen 10 milyon oyun içinde olacağım için yorulmuyorum. Orman arazilerini çiftliğine çevirip satan bakanların bulunduğu yüce meclisin dokunulmaz duvarında hala komedi gibi 'Millet Meclisi' yazdığı için garip buluyorum bu eylemi. Ben yokum.
('Yoksan, bi s.ktir git. Ne konuşuyorsun?')
Deme öyle, darılırım. Gücenirim. Boykot, bir erdemdir. Ne yapacağını bil(e)memek ya da korkuyla bulamaç olmuş bir kaçak güreş değildir. Gün gelir de, bir seçimde 50 milyon seçmenin 30 milyonu sandığa gitmezse, o zaman 'çözüm siyasetine' elverecek beyinler yeşerir işte. Kuru gürültüleri bırakıp, 'Ne yapıyoruz biz'e doğru yönelir düşünceler.
Genel seçimde bunu uygulamanın zorluğunun farkındayım. Ama işte böylesine dolaylı yoklamalar (yani referandumlar) bu mesajın tam yeridir. Hem de böylesine göz boyama bir konu üzerine...
Yapılan değişiklikleri şuradan inceleyiniz. Hayır kampanyacılarının iddia ettiği gibi 'hayırsız' bir metin değil. Çoğu maddede olumlu katkılar var.
Ama EVET oyunuz, sadece bu olumlu katkıları mı onayacak? Hayır. Aynı zamanda AKP'nin dayatmacı zihniyetine bir destek çıkmış olacaksınız. Onlarca değişmesi gereken madde yerinde dururken, YÖK kaldırılmamışken, dokunulmazlıklar ve yüzde 10 barajı yerinde sayarken, demokrasi türküsünün nakaratına ortak olacaksınız. Bu da 'yalan demokratlık' olacak. Yani tam da Erdoğan'ın 'Eğer hayır derseniz, sonucuna katlanırsınız' tembihine uygun bir demokrasi şablonuna yerleşeceğiz. En iyisini bilenlerin dikte ettiği, cımbızlı metinlerle düzülmüş bir geleceği, 'katıksız bir uygarlık' yolu olarak kampanya edivermek, ancak böyle bir faydacı siyaset geleneğinin icraatı olurdu. Onlar da türkülerini bu yolda bestelettiler. Bangırdıyor, Mecidiyeköy Metro çıkışında...
Ya diğer kanat? Statüko tapınaklarında kapıları sıkı sıkıya kapatanlar? Hayır ile koruyacakları kutsal metinleriyle nereye kadar gidecekler? Eninde sonunda yakılacak olan bu metinleri biz değiştireceğiz diyorlar. Bu blöfleri kaç kez yer insanlar? Kuru bir 'diktatorya istemiyoruz' söylemi, sığ bir parti odaklı muhalefet değil mi? Savunma mekanizmasına 'asker' ve 'rejim' besmelesiyle başlanan metinlerle ne kadar ilerici bir muhalefet üretebilirsiniz?
Değişiklik istiyoruz. Yarım yamalak değil, komple bir değişiklik. O yüzden, bu olmadı. Veremi gösterip sıtmaya razı edilmenin gelenek olduğu ülkede yeni tavırlar, yeni bakışlar ve yeni duruşlar istiyoruz.
Değişikliğe evet, dayatmaya hayır.
---
İronik bir şekilde, ülkücü hitabıyla kendisine olan büyük saygımı haykırdığım Yıldırım Başkan, velvele-i şahane eylemiş yeniden, Radikal'deki muzip pazartesi sütununda. Şöyle edebi satırlar okuyoruz aralarda, hayretlere düşerek:
Cumhuriyet tarihinin en karşılıksız umudu; toplum olarak yaşadığımız erozyonun kumaşı bozuk neticelerinden Kılıçdaroğlu ile hoyratlığıyla kalplerde kurmuş olduğu tahtta öfkeyle hop oturup hop kalkan Erdoğan karşılıklı salvolarıyla söz konusu referandumun nemene bir garabet olduğunu kanıtlıyorlar. Her ikisi de aynı gerekçelerle aynı şeyi savunan iki mahalle efesine benziyor. Birbirlerinin karşısına düşmüş olmaları tamamen tesadüf.
(Yıldırım Türker, 23 Ağustos 2010, Pazartesi - Radikal)
---
18, legal porno izlemenin yanında, aynı zamanda oy kullanma yaşı. 18'ime girdiğimde niyet ettim oy kullanmamaya. Beş boş seçim geçti üzerinden, bölmenin arkasındaki sandığın yanı başına sokulmayalı.
Bir arpa boyu yol alındı. Ve hala aynı beylik haykırışlar çınlıyor, milli takım alkışlar coşkunluğundaki kalabalıklara. Karşıya taşlar atılıyor, önceden çalışılmış sıfatlar eklenerek cümlelere. Bağırarak siyaset, başat gidiyor bu mecralarda. Hala.
Ben oy kullanmamaya karar verdiğimde, üniversitenin önünde gözündeki yaşı vakur durmak için özenle dökmemeye çalışan ve kazanılmış hakkı ellerinden alınan başörtülü kadınlara destek için yapmıştım bunu. Bu saçma sapan yasak kalkana kadar kutsallık atfettiğiniz bu görevde (oy atma işlemi) ben yokum. Yasak hala sürüyor, benim inadım da...
Şimdi çok daha fazla gerekçem var: Yalancı özgürlüklerle kandırılmamak için oy kullanmıyorum. Önder Sav'ın, Cemil Çiçek'in, Melih Gökçek'in maaşlarının hukuksal zeminine el vermemek için oy kullanmıyorum. Ciddiye dahi alınmayıp balyalar halinde geri dönüşüm merkezlerine gönderilip gazete kağıdına dönüşen 10 milyon oyun içinde olacağım için yorulmuyorum. Orman arazilerini çiftliğine çevirip satan bakanların bulunduğu yüce meclisin dokunulmaz duvarında hala komedi gibi 'Millet Meclisi' yazdığı için garip buluyorum bu eylemi. Ben yokum.
('Yoksan, bi s.ktir git. Ne konuşuyorsun?')
Deme öyle, darılırım. Gücenirim. Boykot, bir erdemdir. Ne yapacağını bil(e)memek ya da korkuyla bulamaç olmuş bir kaçak güreş değildir. Gün gelir de, bir seçimde 50 milyon seçmenin 30 milyonu sandığa gitmezse, o zaman 'çözüm siyasetine' elverecek beyinler yeşerir işte. Kuru gürültüleri bırakıp, 'Ne yapıyoruz biz'e doğru yönelir düşünceler.
Genel seçimde bunu uygulamanın zorluğunun farkındayım. Ama işte böylesine dolaylı yoklamalar (yani referandumlar) bu mesajın tam yeridir. Hem de böylesine göz boyama bir konu üzerine...
Yapılan değişiklikleri şuradan inceleyiniz. Hayır kampanyacılarının iddia ettiği gibi 'hayırsız' bir metin değil. Çoğu maddede olumlu katkılar var.
Ama EVET oyunuz, sadece bu olumlu katkıları mı onayacak? Hayır. Aynı zamanda AKP'nin dayatmacı zihniyetine bir destek çıkmış olacaksınız. Onlarca değişmesi gereken madde yerinde dururken, YÖK kaldırılmamışken, dokunulmazlıklar ve yüzde 10 barajı yerinde sayarken, demokrasi türküsünün nakaratına ortak olacaksınız. Bu da 'yalan demokratlık' olacak. Yani tam da Erdoğan'ın 'Eğer hayır derseniz, sonucuna katlanırsınız' tembihine uygun bir demokrasi şablonuna yerleşeceğiz. En iyisini bilenlerin dikte ettiği, cımbızlı metinlerle düzülmüş bir geleceği, 'katıksız bir uygarlık' yolu olarak kampanya edivermek, ancak böyle bir faydacı siyaset geleneğinin icraatı olurdu. Onlar da türkülerini bu yolda bestelettiler. Bangırdıyor, Mecidiyeköy Metro çıkışında...
Ya diğer kanat? Statüko tapınaklarında kapıları sıkı sıkıya kapatanlar? Hayır ile koruyacakları kutsal metinleriyle nereye kadar gidecekler? Eninde sonunda yakılacak olan bu metinleri biz değiştireceğiz diyorlar. Bu blöfleri kaç kez yer insanlar? Kuru bir 'diktatorya istemiyoruz' söylemi, sığ bir parti odaklı muhalefet değil mi? Savunma mekanizmasına 'asker' ve 'rejim' besmelesiyle başlanan metinlerle ne kadar ilerici bir muhalefet üretebilirsiniz?
Değişiklik istiyoruz. Yarım yamalak değil, komple bir değişiklik. O yüzden, bu olmadı. Veremi gösterip sıtmaya razı edilmenin gelenek olduğu ülkede yeni tavırlar, yeni bakışlar ve yeni duruşlar istiyoruz.
Değişikliğe evet, dayatmaya hayır.
---
İronik bir şekilde, ülkücü hitabıyla kendisine olan büyük saygımı haykırdığım Yıldırım Başkan, velvele-i şahane eylemiş yeniden, Radikal'deki muzip pazartesi sütununda. Şöyle edebi satırlar okuyoruz aralarda, hayretlere düşerek:
Cumhuriyet tarihinin en karşılıksız umudu; toplum olarak yaşadığımız erozyonun kumaşı bozuk neticelerinden Kılıçdaroğlu ile hoyratlığıyla kalplerde kurmuş olduğu tahtta öfkeyle hop oturup hop kalkan Erdoğan karşılıklı salvolarıyla söz konusu referandumun nemene bir garabet olduğunu kanıtlıyorlar. Her ikisi de aynı gerekçelerle aynı şeyi savunan iki mahalle efesine benziyor. Birbirlerinin karşısına düşmüş olmaları tamamen tesadüf.
(Yıldırım Türker, 23 Ağustos 2010, Pazartesi - Radikal)
19 Ağustos 2010 Perşembe
Yandı gülüm keten helva
Dünyanın bir bölümü son yüzyılın en sıcak yazını geçirirken, çöl sıcağıyla ünlü Arap Yarımadası galiba tutuştu!
Dubai Sports TV'de bir futbol maçı. Hıncal gibi ben de 'gözlerime inanamadım'! Kadrajda 22 oyuncuyla birlikte sağ ve sola pan yapıldığında nal gibi giren iki tane vantilatör var! Köşe gönderine yakın atılan paslarda vantilatör devreye giriyor! Arkasında neler olduğunu görmek imkansız. On dakika baktım maça, ısrarla orada duruyor.
Yayın standartları hakikaten olağanüstü...
5 Ağustos 2010 Perşembe
1988
Yaprakları solan yılların hikayesini yazsanız, hangisini seçerdiniz? Doğduğunuz yılı mı? Aşık olduğunuzu mu? Yoksa, hatırladığınız ilk aile bireyinizin vefat ettiği sene mi daha çok iz bırakırdı yaşamınızda?
Bunu düşündüm geçenlerde. Neyi yazardım? 1981'de doğdum, 85-86'dan bu yana hatırlıyorum ve biriktiriyorum. Neydi en sansasyonel? Duvarın yıkılması mı? Körfez Savaşı yüzünden evimizin yanlarında bir yerlerde güvenli bir kovuk aradığımız sene mi? İnternet devrimi mi? Gazeteciliğe başladığım yıl? Sarsıntı dolu 2001? Manyamış 2008?
Her yılı apayrı değerlendirmek lazım, böyle bir çalışma yapılırsa. Ama ben galiba buldum. 1988'i yazarım. Ve, karar verdim. Bir gün 1988'i yazacağım. Yaşama dev bir iz bırakan o çılgın yılı yazacağım.
1988'den bir konseri 10 gündür indiriyordum. 47 parçaya bölünmüş DVD'yi nihayet bitirdim. Konser, Bruce Springsteen'in Doğu Almanya'da verdiği unutulmaz konseri. Efsanevi müzisyenin Tunnel of Love Express kapsamında Doğu Berlin'deki Radrenbahn Weissensee'de verdiği müzik tarihinin en önemli konserlerinden biri. 160 bin insanın katıldığı bu konser, bir yıl sonra tarih sahnesinden silinecek olan sosyalist Doğu Almanya'nın gördüğü belki de son büyük kültür olayıydı. Olağanüstü kalabalığın 'Born in the USA' şarkısına yaptıkları düet, insanı bir garip ediyor. Birleşmenin eşiğindeki GDR, sosyal patlama yaşıyor...
Eric Hobsbawn'da okumuştum galiba: "1989'da dünya tarihi sona erer. Tek kutuplu ve kukla dünyada, hiç bir şey eskisi gibi renkli olmayacak."
Dünya tarihinde, tek kutba inmeden önce yaşanan çeşitlilik içinde yaşanan son yıl, 1988. Kültürel tektipleşmenin tadını kaçırdığı yaşamlar, 90'ların kimliksiz karakterleri henüz türememiş. Michael Jackson'ın değişmemiş bir kimliği var. Henüz Thriller seviyesinde. Hollanda, Van Basten'in müthiş golüyle coşmuş, Ben Johnson dopingli çıkmış. Özal iktidarda, Tayyip'in günümüzdeki sıkboğazlığını tecrübe ediyor.
1988. Güzel ve özel bir seneydi. Ne mutlu yaşayanlara.
Bunu düşündüm geçenlerde. Neyi yazardım? 1981'de doğdum, 85-86'dan bu yana hatırlıyorum ve biriktiriyorum. Neydi en sansasyonel? Duvarın yıkılması mı? Körfez Savaşı yüzünden evimizin yanlarında bir yerlerde güvenli bir kovuk aradığımız sene mi? İnternet devrimi mi? Gazeteciliğe başladığım yıl? Sarsıntı dolu 2001? Manyamış 2008?
Her yılı apayrı değerlendirmek lazım, böyle bir çalışma yapılırsa. Ama ben galiba buldum. 1988'i yazarım. Ve, karar verdim. Bir gün 1988'i yazacağım. Yaşama dev bir iz bırakan o çılgın yılı yazacağım.
1988'den bir konseri 10 gündür indiriyordum. 47 parçaya bölünmüş DVD'yi nihayet bitirdim. Konser, Bruce Springsteen'in Doğu Almanya'da verdiği unutulmaz konseri. Efsanevi müzisyenin Tunnel of Love Express kapsamında Doğu Berlin'deki Radrenbahn Weissensee'de verdiği müzik tarihinin en önemli konserlerinden biri. 160 bin insanın katıldığı bu konser, bir yıl sonra tarih sahnesinden silinecek olan sosyalist Doğu Almanya'nın gördüğü belki de son büyük kültür olayıydı. Olağanüstü kalabalığın 'Born in the USA' şarkısına yaptıkları düet, insanı bir garip ediyor. Birleşmenin eşiğindeki GDR, sosyal patlama yaşıyor...
Eric Hobsbawn'da okumuştum galiba: "1989'da dünya tarihi sona erer. Tek kutuplu ve kukla dünyada, hiç bir şey eskisi gibi renkli olmayacak."
Dünya tarihinde, tek kutba inmeden önce yaşanan çeşitlilik içinde yaşanan son yıl, 1988. Kültürel tektipleşmenin tadını kaçırdığı yaşamlar, 90'ların kimliksiz karakterleri henüz türememiş. Michael Jackson'ın değişmemiş bir kimliği var. Henüz Thriller seviyesinde. Hollanda, Van Basten'in müthiş golüyle coşmuş, Ben Johnson dopingli çıkmış. Özal iktidarda, Tayyip'in günümüzdeki sıkboğazlığını tecrübe ediyor.
1988. Güzel ve özel bir seneydi. Ne mutlu yaşayanlara.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)