Bu e-yazıtı (blog) açmakta biraz yavaş mı davrandım? Öyle. Çünkü günlük 7-8 saat internette geçirmeme karşın çoğu zaman yazacağım e-postalara bile vaktimin yetişmediği oluyor. Tek sorun buydu.
Malum bir iki kitap üzerine çalışırken, bir taraftan arşiv oluşturma işindeyim. Bir yandan elimdeki bilgileri/verileri excel dosyalarına giriyorum. Bir yandan da tenisdunyasi.net ile uğraşıldığından herşeye güç yetmiyor. Açıp da atıl kalsın istemediğim için bir türlü başlayamadım. Umarım bu sefer başlayıp yarıda bırakmam.
Pek çok arkadaş, Olimpist'e neden devam etmediğimi sorup, yeniden açmamı istediler. Orayı yeniden açmak istemedim, başka sebepleri var. Bu e-yazıtı biraz da medya üzerine özelleştirmeyi düşünüyorum. Ağırlık gazeteler, televizyonlar, yayınlar, kitaplar, internet, reklamcılık spor ve sinema olacak diye tasarlıyorum.
Kısa (aslında uzun) bir hikaye anlatarak başlayalım istiyorum. Madem medya üzerine yazıcaz, gelin Çekoslovak'ı medya ile ilişkisi üzerinden değerlendirerek işe girelim.
Medyanın ilk haşır neşir olduğumu hatırladığım zamanlarda gözümün önüne TV geliyor. Darbe sonrası çocuğu olduğumuz için (şerefsiz darbe esnasında annem bana 5 aylık hamileymiş) 1980'lerin ilk yarısına dair hiç bir anım yok. Sonrasında bizim evdeki emektar siyah-beyaz TV gözümün önüne geliyor. Mahallenin dördüncü TV'si mi neydi ilk alındığında. Grundig. Bir iki dizi (başta Perihan Abla), bir cumartesi akşamı korkunç bir Jaws izlediğim aklıma geliyor ilk olarak. Bir de atletizm. 1987 Dünya Şampiyonası'nı izlediğimi hatırlıyorum. 6 yaşında! Bravo bana.
Hiç unutmadığım bir anı, ben 4 yaşında iken babamın resmimi gazeteye göndermesiydi. 'Çocuklarımız' mı, öyle bir zımbırtı vardı aile sayfasında. 'Kızımız Tuğçe beş yaşına bastı, herkese teşekkür eder' kabilinden mesajlar ve resimler yayınlanırdı. Yani, ailede gazeteye çıkan ilk eleman ben olmuştum 1985'in soğuk ocak ayında...
O zamanlardan aklımda kalan bir başka medya takibim, Türkiye Çocuk dergileriydi. 'Özalcıların' Türkiye gazetesi okuduğu - ve bu sayede Enver Ören'i milyardere çevirdikleri - dönemde bizim muhafazakar evimize de Türkiye girerdi. Babam eve ansiklopedi almak için abone olmuş 18 ciltlik Rehber Ansiklopedisi'ni aldıktan sonra da sanıyorum 1994'e kadar sürmüştü bu iş.
Türkiye Çocuk dergileri, iki katlı evimizin balkonunda bir fıçının içinde arşivlenirdi, konserve niyetine. Zira annem, akrabanın sayıları toplanmaya kalktığında 7-8'i bulan çocuklarının bizde toplanıp, her tarafı dergi, kağıt/mağıt yapıp gitmesinden bitap düşmüştü. O yüzden bir daha çıkmasın onlar diye balkondaki fıçıya tıkardı hepsini. Sonradan yağan feci yağmurda hepsi ıslanıp gitmişti dergilerin. Bir külliyat yok olmuştu ya, ne yanmıştı abim o zamanlar gözü gibi baktığı dergilerine. Dergiler, aslında onundu. Abim Halil'in. Ama biz onları okuyacak yaşa gelmiştik ki, o garezi olan yağmur eritti tüm dergileri...
Evimizdeki televizyon sanıyorum dördüncü sınıftayken bozuldu. Bir gün karardı, - tüp yanma mevzu vardır ya o zamanlarda, öyle bir şey - bir daha açılmadı. Babam da bir daha yenisini almadı. Uzun bir süre, ben eve küçük TV getirene kadar televizyon yoktu.
İşte tam da bu arada - ki kabaca 10-16 yaşlarım arasına rastlar - iki şey keşfettim. radyonun sıcaklığını ve ansiklopedileri. Radyolar, o ara patlama yapmış ve 1992'de tüm Türkiye'nin çılgınlığı olmuştu. Radyoların altın çağı kabaca 1998'e kadar sürerken, ben de bu en samimi iletişim cihazı ile sıkı bir dost olmuştum. En büyük keyiflerimden biri, gece kulağımda radyo ile uyumaktı. Bir de deli gibi ansiklopedi okuyordum o ara. Tek satır ders çalıştığımı hatırlamam; ama feci bir ansiklopedi takipçisiydim. Bizdeki Rehber'in dışında Meydan Larousse ve AnaBritannica'yı da kütüphaneden aşırıp aşırıp hatmetmişimdir.
Çekoslovak'ın şekillenmesinde Yeni Yüzyıl'ın çok ayrı bir yeri olduğunu belirtmem lazım. Samsun'da mezun okuduğum 5 bin kişilik devasa Merkez İmam Hatip Lisesi'nde dört veya beş kişi vardı en fazla Yeni Yüzyıl'ı alan. Benim mezun olduğum zamanlarda, bu garip lisede (bildiğim kadarıyla adam gibi bir tane bile 'din adamı' yetiştirmemiş, anlatsam hayatta inanmayacağınız bir yerdi) büyük ihtimalle satış raporunda başı çeken gazeteler şunlardı: 'Nurcu abilerinin' alma koşulu koyduğu insanların etkisiyle Zaman, o dönemlerde 'pipi reklamıyla' gündeme oturan Fanatik, muhafazakar diğer neşriyat (Türkiye, Yeni Şafak, Milli Gazete vs.), ve her genç erkeğin 1990'lardaki göz ağrısı Tan'dı. Ana akımdan da en çok alınan Hürriyet'ti. Niyeyse?
Neredeyse her gün okul harçlığımdan artırarak aldığım Yeni Yüzyıl, hala Türk basının gelmiş geçmiş en kaliteli gazetesi olarak gönlümde varlığını korurken, benim entellektüel birikimime de büyük katkı yaptı. Üniversite ilk yıla kadar yaklaşık iki buçuk yıl sürekli olarak okuduğum bu gazetenin kestiğim küpürleri ve önemli haberlerini yıllarca dosyalayıp sakladım.
Lise yıllarımda dergi biriktirme ve ilk gazetecilik deneyimleri başladı. Kendim her gün evde elimle spor dergileri yazıyor, bunun için görselimi geliştirmek, 'rakipler nasıl çalışmış' inceleyeyim diye herhalde, deli gibi dergi alıyordum. Bir sürü dergim vardı. O günlerde anlamıştım, dergi kültürü çok farklı ayrı bir yerdeydi.
Kendi yazdığım dergileri 160 sayı çıkardım. İlk önemli ürünlerim olarak hala kütüphanemde dururlar. Bir kişisel mucize ve kendine çizilen yol pusulası olarak.
Kredili olarak okuduğum liseyi bitirdiğimde 16, bir yıl sonra üniversiteye girdiğimde 17 yaşındaydım. Üniversitede, çok kısa bir tercih listesiyle girdiğim sınavda ilk tercihim Selçuk İletişim'e - sarı-kırmızı renklere gıcığımdan dolayı yazmadığım Galatasaray İletişim'in bir puan üzerinde almıştım - 20 puan fazlayla girdim.
Medyaya ilk adımı, kendi başıma çıkardığım/yazdığım Hedef ve sonrasındaki Olimpist dergileriyle atmıştım ama yaygın kullanımla söylersek, 'geniş kitlelere ulaştığım' ilk paylaşımım Radyo Üniversite ile oldu. Selçuk İletişim'e girdiğimin ilk ayında fakültenin radyosuna başvurdum ve Aralık 1998'de ilk kez kadife sesim 20 KW'lık vericiye çıktı. 3 yıl boyunca haber ve reklam üretimine katkıda bulunduğum Radyo Üniversite 91.5 FM, bana yeni kapılar açarken, okulu pek sallamadım. Olimpist'in radyo versiyonu ve Dj-X (Kahramanım Malcolm X'ten esinlenme büyük olasılık!) isimli bir müzik programı sonrasında okulu da uzatmanın etkisiyle 2002'de İstanbul günleri başladı.
İstanbul günleri Eurosport ile başladı. Eurosport'tan sonra internet medyasından, gazetelere, dergilerden, yayıncılık ve reklamcılığa kadar pek çok kurum, iş ve ortaklığa katkıda bulunduktan sonra yeniden başladığım yere döndüm. Pekin'deki muhteşem olimpiyatlar ile yeniden geldiğim Eurosport'taki görevim ile birlikte, 3 yıldır yayın yönetmenliğini üstlendiğim Tenis Dünyası dergisindeki işim ve 120 programı aşan bir tenis programı ile şimdilik medyaya katkıda bulunmayı sürdürüyorum.
13 yaşında bu yola girerken iki hedefim vardı: Aydın Doğan medyasına hizmet vermemek ve - kendi özel alanıma yönelik - pislik futbol işlerinden uzak durmak. İkisini de şimdiye kadar büyük oranda gerçekleştirdiğimi düşünüyorum.
Mesleki deneyimi (başlangıcı haber üretiminden alırsak) 12 yıla ulaşan bir çalışan olarak daha öğrenilecekler grafiğinde yüzde 10'luk birimini ancak boyadığımı düşünüyorum. Ama bildiklerimi/düşüncelerimi paylaşmak, bilmediklerimi ortaya koymak, harici bir hafıza/anı defteri/kişiselleştirilmiş olan-biten kitapçığı oluşturmak, arkadaşlarımla iletişimimi daha sağlıklı gerçekleştirmek için 'Çekoslovak' yayına başlamıştır.
Buyrunuz.
21 Eylül 2009 Pazartesi
Çekoslovak'ın manifestosu
Omza atılan bir el ve sonrasında gelen 'Çekoslovak nedir? Niye Moğol değil mesela? Türklüğünü mü hakir görüyorsun adi?' şeklinde uzun uzadıya soruları cevaplayarak başlayalım. Bir daha bu konuya dönmemek üzere.
Çekoslovak'ı seçtim. Çünkü;
1. Seksenli yılları çağrıştıran en güzel kelimelerden biri olduğu için. 81 doğumlu birisi olarak 1981-90 arası dönem, - sıklıkla da bu günlüğün konusu olacaktır ileride - benim için çok keyifli ve hatırladıkça içimin burkulduğu günler demek. Çekoslovakya, taa ki dağılana kadar harika isimli bir ülke olarak hep o günlerden kalan bir vurgu dillerde. (Gerçi Ahmet Çakar, hala Baros'tan falan bahsederken Çekoslovak oyuncu falan diyor ama...) Artık Çekoslovak yok. Çek ve Slovak var. Yine de Çekoslovak gönüllerde hep olacak.
2. Barışçı olduğu için. Çekoslovakya, dünyanın kavga etmeden bölünen ender ülkelerinden biri (belki de tek).
3. Güçlü Orta Avrupa egemenleri arasında nispeten küçük bir topluluk olup 1000 yıl ayakta kalmayı başarması ve sonunda bağımsızlık elde etmesiyle yarattığı etkiden dolayı.
4. Franz Kafka'sı, Milan Kundera'sı, Vaclav Havel'i olduğu için.
5. Muhteşem kadınlarıyla biz dünyalılara mest ettikleri için.
6. Senfonik olduğu için. Ne yani Çinli mi olsaydık? ÇİNLİ. Hiçbir esprisi yok. Rus. Arap. Norveçli. Sıfır etkisiz eleman gibi.
Oldu. bitti.
Çekoslovak'ı seçtim. Çünkü;
1. Seksenli yılları çağrıştıran en güzel kelimelerden biri olduğu için. 81 doğumlu birisi olarak 1981-90 arası dönem, - sıklıkla da bu günlüğün konusu olacaktır ileride - benim için çok keyifli ve hatırladıkça içimin burkulduğu günler demek. Çekoslovakya, taa ki dağılana kadar harika isimli bir ülke olarak hep o günlerden kalan bir vurgu dillerde. (Gerçi Ahmet Çakar, hala Baros'tan falan bahsederken Çekoslovak oyuncu falan diyor ama...) Artık Çekoslovak yok. Çek ve Slovak var. Yine de Çekoslovak gönüllerde hep olacak.
2. Barışçı olduğu için. Çekoslovakya, dünyanın kavga etmeden bölünen ender ülkelerinden biri (belki de tek).
3. Güçlü Orta Avrupa egemenleri arasında nispeten küçük bir topluluk olup 1000 yıl ayakta kalmayı başarması ve sonunda bağımsızlık elde etmesiyle yarattığı etkiden dolayı.
4. Franz Kafka'sı, Milan Kundera'sı, Vaclav Havel'i olduğu için.
5. Muhteşem kadınlarıyla biz dünyalılara mest ettikleri için.
6. Senfonik olduğu için. Ne yani Çinli mi olsaydık? ÇİNLİ. Hiçbir esprisi yok. Rus. Arap. Norveçli. Sıfır etkisiz eleman gibi.
Oldu. bitti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)