31 Ekim 2010 Pazar

Keyifli bir öneri: Karapiro 2010

Sporseverler için alternatiflerin çok olduğu bir dönemdeyiz. Dünya Voleybol Şampiyonası'ndan Basketbol Euroleague'e kadar hafta içi/hafta sonu bir sürü karşılaşma izleyebilirsiniz. Size kasım ayının ilk haftası için farklı bir önerim olacak: Dünya Kürek Şampiyonası.

Bu yıl kıt'a değiştirdiği için ekim ayı sonuna sarkan şampiyonada, günümüzde bu sporun en büyük isimlerini izleme şansımız olacak. Tek çiftede üst üste beşinci zaferini kendi evinde alarak rekora gitmek isteyen Mahe Drysdale ve önündeki en önemli tehlike olan Çek Ondrej Synek, tarihin en büyük kadın kürekçisi Ekaterina Karsten-Khodatovich, iki tekte Reed/Triggs-Hodge, kadınlar sekiz tekte ABD-Romanya kapışması, şampiyonanın büyük keyif veren yarışları olacak.

Şampiyona, Yeni Zelanda'nın Karapiro Gölü'nde 49 ülkeden 800'ün üzerinde kürekçinin katılımıyla yapılacak. Yukarıdaki harika afişin hakkını verin, bir kaç yarış da olsa mücadeleleri izleyin. Pişman olmayacaksınız.

Eurosport yayın akışı (TSİ)
3 Kasım Salı - 01.00 (Canlı)
4 Kasım Çarşamba - 23:30 (Canlı)
5 Kasım Cuma - 12.00 (banttan)
6 Kasım Cumartesi - 12.00 (bantttan - FİNALLER)
7 Kasım Pazar - 13.00 (banttan - FİNALLER)

Mel'un yüzün parladığı bir patron siması

"Satılacak dedim, satılacak..."

Meymenetsiz suratıyla yüzümüze sümkürüyor bu cümleyi 'Modern Kastelli' Ali Ağaoğlu (*). Dikine yükselen yaşam alanlarını kendisi pazarlayan samimi bir 'mütayit' görüntüsü vermeye çalışıyor. Patavatsız ve sattıran reklam filmlerinin tanrısı Sinan Çetin ile enseye şaplak tanıtımlar çekmişler, eğleniyorlar ekranda. Samimiyet pozu vermeye çalışan, ama tamamen terse bir zengin züppeliği imajından öteye geçmiyor reklam filmi.

Ali Ağaoğlu, bir dönem zenginliği hoyratsızca yüze vurmanın ayıp sayıldığı bu ülkede, parasıyla har vurup harman savurduğu gibi, pis bir söylev çekiyor müşterilerine: 'Bu ülkede herkes bahçeli, güzel, villada gibi bir evde yaşamayı hak ediyor!'

Yok yaa! Vay benim insanlara şefkat dağıtan yardımseverim? Herkes hak ediyorsa, sevaba gir de, belli bir gelirin altındakilere 10 birim fiyat yerine 7 birim fiyata ver o zaman? Beyaz binaların yeşillikte semaya uzadığı reklam filmlerinde boş laf ebeliği yapmak kolay!

Bir önerim var. Modernitenin değiştirdiği yaşamımızı, reklam ekranlarından okuyalım. 20 yıl önce ağırlıkla neler vardı reklam filmlerinde? Ailevi basit tüketim araçları: Mintax, Ace, Ülker, Ona Ayçiçek... 10 yıl önce neler vardı? Otomobiller ve bankalar. Reklam kuşakları dönen lastiklerden ve kredi kartlarından geçilmiyordu. Şimdi? Konut ve morgage reklamları.

Peki bu sadece 'görece' zenginleştiğimizin mi bir yansıması? Yoksa düşüncesiz bir kapitalizm pompalaması mı? ABD'nin 10 yıl önce yaşadığı bu süreçteki korkutucu 'mortgage intiharları' ne olacak? Herkese sırtlanması çok kolay bir şey sunulan binlerce liralık yıllara yayılan ödeme, nasıl zorunluluğa dönüştürülüyor?

Sonra? Sonrasında Ağaoğlu Patron buyuruyor: 'Bu ülkede herkes lüks evde yaşamayı hak ediyor!'...

Kapitalizmin mel'un yüzünün bu derece parladığı 'patron siması' görmemiştim. 'Herkes hak ediyor' derken yüzündeki sinsi gülüşe dikkat edin Ali Ağaoğlu'nun. Anlayacaksınız ne dediğimi.

---
(*) Son dönemin hızlı yükselen müteahhitlerinden. Kendisine ait şirket sitesi Mylife'ta 'Ali Ağaoğlu 1.2 milyon değerinde 2 lüks araba aldı' haberini manşet yaptıracak kadar görgüsüzleşebilen bir insanoğlu. Sıfat bulmakta zorlanıyorum.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Radikal'in yeni hâli

Radikal'in en eski okurlarından biriyim. Gazetenin ilk sayısı çıktığı 1996'da sürekli Yeni Yüzyıl alırdım. Dinç Bilgin'in çıkardığı Yeni Yüzyıl daha iyiydi. Buna rağmen pazarları hem Yeni Yüzyıl, hem Radikal aldığım çok olurdu. Sonra giderek Yeni Yüzyıl'ın sayfaları azaldı, Radikal'in sayfaları arttı, ekleri güzelleşti.

Mine K. malına rağmen almaya devam ettim. Bugün, insanların Radikal'e verdiği toplam paranın çetelesi tutulmuş olsaydı bir yerlerde, kesin ilk bin içinde yer alırım. Gazeteye pek para vermediğim son 5 yıl içinde ara ara da olsa bayiden gidip aldığım tek gazete belki de (galiba bir iki kere Taraf da aldım) Radikal'di.

Hıncal Uluç'un da hemen fikir beyan edip beğenmediğini buyurdukları yeni boy Radikal, getirdiği bu yenilikle belli avantajlara ve dezavantajlara sahip oldu teknik açıdan. Ama avantajları ve artıları daha fazla...

Öncelikle gazeteyi saklamak isteyenler için yeni Radikal çok ideal. Hamur olmadan, gayet düzgün bir şekilde saklayabiliyorsunuz. Yıllarca Radikal İki'leri biriktirmiş, sonra katlanma yerlerinde paçavraya döndüğünü görünce 'ne de olsa internette var' hayvanlığına sığınarak atmış olan ben, artık her pazar gazeteyi alıp bu eşsiz velinimeti (Radikal İki) arşivlemeye başlayabilirim.

The Independent boyutlu Radikal, dergi mantığına dayalı yeni tarzıyla haberlere derinlemesine girip, muhabiri ve görsel işçiliği ön plana çıkarabiliyor. Bu, gazetenin yaptığı işi göstermesi açısından büyük bir avantaj.

Yeni Radikal'in karnesindeki en büyük eksi Burcu Esmersoy. Her taşın altından 'ceeee' diye çıkmaya pek meraklı yeteneksiz sipiker kardeşimiz, yine allem edip, kullem edip Radikal'e de girmiş. Aferim. B.k vardı burada, gel sen de gel. Mevlana'yız biz.

21 Ekim 2010 Perşembe

Özel Sayı buna denir

Tenis Dünyası dergisi olarak biz de önümüzdeki ay çıkacak bir 'özel sayı' hazırlıyoruz, ama bunu görünce çabalarımızın beyhude olduğunu gördüm. Buz hokeyinin en saygın yayın organı The Hockey News, 'Greatest Jerseys of All Time - Tüm zamanların en iyi formaları' özel sayısı çıkardı. Aklınız başınızdan uçar.

7.99 dolardan satışa çıkan dergi, 162 sayfalık muhteşem bir koleksiyon sayısı... süveterlerden bugünkü formalara geçiş, unutulmaz formalar, Original Six'in tarihi formalarının hikayesi, en çok forma giyenler, kaleci formaları, milli takım formaları, NHL forması giyen ünlüler gibi harika bir içerikle amcamlar resmen ansiklopedi yapmışlar. Utanmadan bir de 7.99'a satıyor kafirler!

1947'den bu yana çıkan ve günümüzde - çoğunluğu Kanada'da olmak üzere - 100 binin üzerinde satan THN özel sayısında en çok hoşuma giden bölümlerden biri de 12 ayrı NHL takımının formasını giyerek rekor kıran 'The Journeyman' Mike Sillinger ile ilgili. 17 yıllık NHL kariyerinde 12 takımın formasını giyen Sillinger, ayrıca AHL'de iki, Avusturya Ligi'nde de EC Viyana formaları giymiş. Eh, bir Ziya Doğan'ın Konyaspor'una gelmediği kalmış!

Efsane iş yapmış THN. Tebrik ederiz.

19 Ekim 2010 Salı

Dil ve merak

Günlük yaşamda kullandığımız kelimelerin nasıl yazıldığını merak ediyor muyuz hiç? Anlamsal açıdan yanlış yapıp yapmadığımızı kontrol ediyor muyuz? Ya da Türkçe dışı kelimelere ne gibi karşılık öneriliyor, buna bakıyor muyuz?

Yazıyla işi olanlar için bu bir zorunluluk olmalı. Ama bunu alışkanlık haline getiren çok az meslektaşım olduğunu sanıyorum. Maalesef.

TDK'nın kelime arama sayfasına 2006'nın eylül ayından itibaren 42 milyon 360 bin kez başvurulmuş. Günlük 28 binin biraz üzerinde bir ortalamaya karşılık geliyor bu rakam.

Merakımız az, hem de çok az. Herşeyi bildiğimiz şekliyle doğru kabul ediyoruz.

Karakterler: Çaycı Ahmet Abi

'Gecekondu' isimli TV programını kotaran kel, şişe kafalı tiyatrocunun sıkıntılı yüz ifadesine bürünmüş haliydi Ahmet Abi. Sürekli sıkıntılı bir yüz düşünün. Gün boyu. Arada bir espriye gülünen üç saniye dışında çizgilerle dolu yüzündeki sıkıntı daim.

Onu tanıdığım 1993-95 yıllarında 40 yaşlarındaydı Ahmet Abi. Futbol maçları izlemek için sıklıkla gittiğimiz çay ocağını işletiyordu. Beşiktaş'ta Madida, Fener'de Wagenhaus oynarken, maçlar da Show TV'de yayınlanırken mahalle arasında 'futbol ve çay' satarak geçimini sağlıyordu. Sade ve üzerinde durulmayacak kadar sıradan bir hayatı vardı, ki bu açıdan The Man Who Wasn't There filmindeki muhteşem berbere (Billy Bob Thornton) benziyordu. Yaşamında - en azından o günler için - sadece "çay, ucuz Maltepe sigarası, televizyon, sıkıntı ve borç-harç" vardı. Her akşam evine gün boyu biriktirdiği sıkıntıyla gittiği apaçıktı. Her sabah ise yeni sıkıntılar biriktirmek ve bunları beşer dakika arayla içtiği katranlı Maltepe sigarasıyla pekiştirmek için dükkanı açıyordu.

Bir gün sıkıntısı daha da arttı. Maçlara şifre girmişti. Cine5 diye bir nane çıkmıştı. Küfür etti içinden. Sigaradan çektiği fırtları, bir yazarın düşünce nöbeti esnasında yaptığı gibi sakince çekti. Bıraktı dumanı. Başı, yangının ortasında kalmış ağaç gibi sisle kaplandı...

Parası yoktu. Çaresiz borç harç yaptı, Cine5'i taktırdı. Çayın fiyatını artırdı. Maç için ayrıca para da alıyordu. Ama yetmedi. Bir yıla kadar dükkanı devretti.

Çay ocağına sürekli gelen alt, ultra-alt sınıftan insanlar, işsizler, okul terk vasıfsız gençler için bir kültür hizmeti sunmayı düşünmüştü elbet. Ama her gün gazete alıyordu ve taburelerin yanında, üzerinde kül tablası ve şekerlik duran sehpalara serpiştiriyordu. Gazeteler Bugün, Ateş, Akşam, Fotomaç, Spor ve hatırlayabildiğim kadarıyla Hürriyet'ti.

Ama nedense Ahmet Abi denince, hep aklıma Ateş gazetesi geliyor. Ben daha o yaşımda gülüp geçiyordum haberlerine bu komik gazetenin. Ama o önemsiyordu. 'Kıçına mı girdi Yunan?', 'Tansu Kadın fasulye', 'Erbakan Hoca, göl nerde de maya çalacaksın?' kabilinden eğlendirici başlıkları, basit bir insan olan çaycı Ahmet Abimiz'in hoşuna gidiyordu. Bir gün 'Abi Ateş gazetesini niye her gün alıyorsun? Sence neyi iyi bu gazetenin? Sporu bile bi sayfa' dediğimizde şöyle demişti: 'Seviyorum kardeşim ben bu gasteyi. Dobra dobra yazıyor. Herşeyi yazıyor. Korkmuyor. Dobra gaste'.

Bir yıl ne yaptı bilmiyorum. İhtimal ki, boş gezip, bir kamyon sigara içti. Aradan bir yıl geçtikten sonra bir pasajın merdiven altında, kısıtlı esnafa hizmet veren çay ocağı açtı. Orada sessiz ve sıkıntı dolu yaşam defterine birbirinin benzeri günler, günler eklemeyi sürdürdü. Ben Samsun'dan ayrılınca, bağlantım da koptu Ahmet Abi'yle.

Yıllar içinde zaman zaman Cine5 logosu gördüğümde, önüme kötü bir bulvar gazetesi okuyan adam düştüğünde aklıma geldi. Gülümseyerek hatırladım kendisini. İlk darbeyi Cine5, son darbeyi de muhtemelen "kapalı alanda sigara içmeme yasağı" vurdu Çaycı Ahmet'e. Uzaklaştı gitti yaşamdan...

(*) 'KARAKTERLER', gerçek yaşamda tanıdığım enteresan film karakteri tipli insanlara adanmıştır.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Sansasyon yaratma sanatı


Almanya'nın 3-0 kazandığı Türkiye maçı üzerinden medyaya çok ekmek çıktı. Maç bitti. Hala Mesut'tan ekmek yeniyor.

Almanya'nın saygın gazetelerinden Die Welt'te (Pazar edisyonu Welt am Sonntag) maçın iki gün sonrasında manşetten bir foto anons vardı. Soyunma odasına inen Mesut'un çıplak bir şekilde Başbakan Angela Merkel ile el sıkıştığı anın karesi, çarpıcı bir şekilde kullanılmıştı sayfanın üst bölümünde. Mesut'un biraz mahcup göründüğü fotoğrafın kenarında şöyle bir not:

Almanya'nın göçmen zaferi: Angela Merkel, 3-0'lık Türkiye galibiyetinden sonra Mesut Özil'i kutladı. Ayrıntılar sayfa 19'da.

Bitti abicim. Budur. Fotoğraf gayet yalın zaten. Yavşatmanın alemi yok değil mi? Ama Türk medyasında aynı resmin nasıl kullanılacağını tahmin ediyor musunuz?

Merkel'e vücut (ç)alımı (Hürriyet)
Çıplak Kral (Habertürk)
Merkel'in önünde soyundular (Takvim)
Utanmazlar (Vakit)
Gel şansölyem (Şok)

(*) Türk medyası başlıkları tahmini ve hayalidir. Aman diyim, coşmayın... :)

İsrailli kardeşlerden...

David Ben Gurion'un 1948'de İsrail'in bağımsızlık bildirgesini okuduğu noktada 10 Ekim günü toplanan İsrailli barış gönüllüleri, akademisyenler ve aydınlar, giderek politikalarında ırkçılık dozunu artıran ve aşırı sağa kayan ülke yönetimine bayrak açtı. Aralarında Öteki İsrail ve Gush Shalom'un da olduğu pek çok sivil toplum kuruluşu, Yahudi olmayan İsrail vatandaşları için imzalatılacak 'Bağlılık yemini' belgesinin meclisten geçmesi üzerine Tel Aviv'de bir araya geldi. Dışişleri Bakanı Avigdor orospu çocuğunun seçim vaatlerinden biri olan bu yasa, kabinede 8'e karşı 22 oyla kabul edildi. Sırada parlamento var...

İsrailli barış yanlısı kardeşlerimizin kısa basın açıklamasının metni şöyle:

A state which forcibly invades the hallowed realm of the individual citizen's conscience, and which imposes punishment on those whose opinions and beliefs do not fit the authorities' opinions and the prescribed "character" of the state, stops being a democracy and embarks on becoming a fascist state.

Behind these stairs where we stand, the state of Israel was proclaimed. The state which increasingly takes Israel's place – a state which fills the country with a variety of racist legislation, promoted by the Knesset and the cabinet – is excluding itself from the family of democratic nations. Therefore we, citizens of the Israel envisaged in the Declaration of Independence, hereby declare that will not be citizens of a country purporting to be Israel and which violates its basic commitment to the principles of equality, civil liberty and sincere aspiration for peace – principles upon which the State of Israel was founded.

"Vatandaşlarının vicdanındaki kutsal toprakları zorla işgal eden ve merkezi otoriteyle uyuşmayan fikirleri cezalandıran ve bunu 'karakteristik' olarak tanımlayan bir ülke, demokrasi olmaktan çok faşist bir ülkeye dönüşür.

Bugün, İsrail devletinin beyan edildiği noktada duruyoruz. Bugün İsrail'in yerini alan devlet - Ki Knesset ile hükümetin çeşitli faşist yasalarıyla kendisini donatmıştır - kendisini demokratik ülkeler ailesinden ihraç etmektedir. Bizler, Bağımsızlık Deklerasyonu'nda öngörülen İsrail'in vatandaşları, eşitlik, sivil haklar ve samimi barış talebinin temel kurallarını dahi ihlal eden İsrail'e ait olmadığımızı açıklıyoruz."

Yasa ile ilgili ayrıntılı haberler için bkz:
http://www.ntvmsnbc.com/id/25139739/
http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-11510765

9 Ekim 2010 Cumartesi

Nostaljinin derinliklerinde


Hiç bir zaman mevzusu eksik olmayan futbolcu-artist birlikteliklerinin ilk örneklerinden. Kupür, 1967'nin 11 Kasım günü Hürriyet'ten...

8 Ekim 2010 Cuma

Lütfedici Devlet

Yasaklamak, el çektirmek, taş koymak ve ayrım yapmak... Bu ülkede baskın olanın (gücün/iktidarın/otoritenin) belirleyici özelliği. Her zaman gücünün nişanesi olarak bir şekilde karşıdakine hissettirilmiş. İktidar muhalefete; yönetici çalışanına, öğretmen öğrencisine, ustabaşı çırağına, subay astsubaya. En basit toplumsal birliktelikte bile bu kültürün etkisini görebilmek mümkün.

Devletin kendine has üslubunu yaratarak yıllarca mantık dışı uygulamalar ve yasaklarla pekiştirerek kangrene çevirdiği başörtüsü, Alevi ve Kürt sorunları, bugün toplumun başbelası oldu. Bu sorunlardan nemalananlar, olayın özünü sorgulamadıkları için, gidilen yol arpa boyu dahi olmadı.

Üç konu üzerine söyleyeceklerim var:

BAŞÖRTÜSÜ: Gazetelerin 'örtü bağlama kılavuzları'na kadar uzanan bu sulu tartışmada, sorunun çözümünden çok siyasetçilerin peşrevini izliyoruz günlerdir.

İnsanlar bir şeyi unutuyor galiba. Bu durum, 1980'lerde askeri faşizmin durduk yerde yarattığı bir sorun. Günümüzde ise sanki olmayan bir hak veriliyormuş gibi konuşmalar yapılmıyor mu, delirmemek elde değil. Yasağa zemin oluşturmak için ortaya atılan ve ancak bu temelsiz tartışmaya yakışacak kadar şekilci 'türban-başörtüsü' ayrımı da, günümüzde argümana dönüşmüş durumda. Pardon ama, Nur Serter mi karar verecek, kimin nasıl, ne şekilde örtüneceğine? Ya da örtünmeyeceğine? Saçı açıkların saç boyasına, kesimine karışmak gibi bir şey bu.

İkinci bir mevzu; sanki haklar kademe kademe de, mevzi kaybetmeme yarışı var. Bir takım yasakçılar şu çizgide: Okusunlar, ama kamuda görev almalarına karşıyız. Yani şu: Hooop. Bu oyunda Level 1 ve 2 peş peşe atlanamaz. Bu insanların okullara girmesine izin verilip de nerede olursa olsun, gerekliliklerini yerine getirdikleri koşullarda (tabii ki başörtülü diye pozitif ayrımcılık yapılmadan, burası önemli) çalışma hakları ellerinden alınırsa SORUN ÇÖZÜLMÜŞ OLMAZ. Eğitim hakkı gibi, eşit koşullarda iken çalışma hakkının da gasp edilmesinin günah tartısında ağırlık farkı yoktur.

'Başörtülü bir kamu görevlisi kendine yakın gördüğü insanlara daha iyi hizmet verir, başkasına aynı değeri vermez' kaygısı, üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken bir nokta. Ama yasak için bir gerekçe değil. Ayrıca cinsiyetçi bir durum var ortada: Madem başörtüsünden niyet okunup saf belirleniyor, aynı paranoyak süzme bakışla pekala badem bıyık abiden, top sakallı müdürden de çıkarımlar yapabiliriz? Başörtülüler kadın diye mi kolayca seçilip temizlenebiliyor? O zaman bıyığa bakıp Fetullahçıları da atalım kamu dairelerinden? Simgeler konuşsun. Sarkık bıyıklar, bıyıksızlar, mini etekliler, uzun kollular... Her birinden birer sınıf yaratalım. Kıçlarına yapıştıralım etiketlerini. Herkes sınıfında olandan hizmet alsın.

ALEVİLER: Hangi mantıkla Alevi çocuklarına (bırakın sadece Alevileri, talep etmeyen tüm bireylere) din dersi verilir anlamak mümkün değil. Cevap için bakınız; yine karşımızda 1980 darbesi. Darbe öncesinde seçmeli olan din dersi, o dönemde alınan kararla tüm okullarda zorunlu oldu.

Din dersinin zorunlu okutulması kadar absürd bir durum olamaz. 10 yaşındaki Alevi ailede yetişmiş bir çocuğun, arkadaşları önünde Sübhaneke okumaya zorlanması kadar baskıcı bir tavır olabilir mi? Bu 19. yüzyıl zorbalığından başka bir şey hatırlatmıyor bana.

İşte AKP iktidarının samimiyet sorgulamasında fosladığı yer, tam da burada ortaya çıkıyor. 'Alevilerin haklarını veriyoruz' diyorsunuz. Alevi çocuklarına zorla 'sünni öğretiyi' dayıyorsun. Cemevine ibadethane statüsü vermiyorsun. Bu ne perhiz? Tıpkı YÖK ve dokunulmazlıklar konusundaki ikiyüzlülüğü gibi sırıtıyor suratlarında AKP'lilerin. Pis pis.

KÜRTLER: Tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi yine 'gıdım gıdım hak teslimatı' yapılan bir mecra daha. Bugüne kadar resmi dilde aşağılandıkları yetmediği gibi, kimilerinin gözünde şimdi de talepleri yükseldiği için suçlular. Her iki kanattaki '-çüler' in gazabında kalan 20 milyonluk kitle, ait olduğu kimlik yüzünden hala ötekileştirmeye maruz kalıyor.

TRT Şeş, bir yılı aşkın bir süredir Kürtçe yayın yapıyor. Var mı itirazı olan? Ama üç yıl öncenin gazetelerini açın, bu konudaki ahkamları okuyun. Anadilde eğitim ve tüm diğer kültürel haklar verilmeden, bu sorunu rafa kaldırmak imkansız. Gelgelelim yıllarca nefret tohumlarının bol hasat verdiği toprakları nadasa bırakmak kimsenin işine gelmiyor.

Kolay bir şey değil kemikleşen Kürt sorununu yumuşatıp çözebilmek. Ama ilerlemek ve çözüme ulaşmak için başlamak, bunun için de iyiniyet gerekiyor. Daha o iyiniyeti göstermekte dahi yazının başında bahsettiğim 'lütufkar' tavra bürünülüyorsa, daha çok patinaj yapar bu araba.

Yüce devletimiz lütfediyor, sorunlarımızı minik parçalara ufalayıp, tek tek atıyor ağzımıza hazmedelim diye. Maazallah. Vandal milletiz ya, sindiremeyiz bu kadar demokrasiyi.

Kürekçi


Perşembe günü kürekteydik. Dehşetli bir şekilde sevdiğim bu muhteşem sporda Eurosport'tan arkadaşım Gürsoy Ercan ile birlikte ihtisas yapmaya karar verdik!

İlk dersimizde daha çok balansta durma ve temel kürek çekişi yaptık. Muhteşem manzarasıyla dünyanın en iyi doğal kürek parkuru olduğunu her zaman iddia ettiğim Haliç'te, yıllarca 4 tek ve 4 çifte de Türkiye şampiyonluğu kazanmış Bora-Burak isimli tekneyle açıldık Haliç'e. Serdar Hoca, hamla'da, ben 2'de, Gürsoy 3'te oturdu.

Yağmur altında bir saat çektiğimiz ilk kürek dersi çok zevkli geçti. Bundan böyle kafir parkurlar benden korksun.

Bu arada yağmur yağarken üzerimizdeki kapşonluların sırıksıklam olup üzerimize yapışmasıyla keklik gibi de olduk heee. Ben de takım elbise giymişim gibi çıkmışım. Yok abi, takım elbise değil o.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Ver oradan Aslan pirzola...

Kasımpaşa'daydım hafta sonu. Gürsoy ile kürek kulübünü görmeye gittik. Yazıldık. Sonra meydanda pide yerken, tam karşımızda duran lokantanın logosu dikkatimizi çekti. Yerlere yattık. İçeriye gidip menüye bakmadık. Ama Aslan pirzola, Adnan bayıldı, Hagi-yatmaz köftesi uyar ancak buna!

Jovanovskiler

Bugün öğleden sonra yayındaydım. Pekin'deki Çin Açık'ta iki Sırp raket Jelena Jankovic ile Bojana Jovanovski'nin maçını anlattım. İstanbul'da elemede gördüğüm ve pek bir şeye benzemeyen 18 yaşındaki Jovanovski, ülkesinin en iyi raketini 4-6, 6-2, 6-2 ile devirip üçüncü tura çıktı. Şu anda 96 numarada bulunan genç kız, eğer Jankovic'i paçavraya çeviren backhand'ini hep böyle kullanacaksa, ilk 20'ye bile girer.

Maçı anlatırken, Jovanovski soyadından kıllandım. Maç notlarıma baktım, babası Zoran eski bir futbolcu yazıyor. Önümdeki bilgisayardan bi arattım ki, adam 2002-03'te şanlı Samsunsporumuz'da oynayan balta Jovanovski. Makedonya'da çok yaygın bir soyad olan Jovanovski faka bastırmasın bizi diye inceledim. Başka Zoran Jovanovski yok, futbolcu olan.

Reklam arasında M-Taha'ya dedim ki, 'Oğlum, böyleyken böyle'... 'Haa, şu CSKA Sofya'nın antrenörü olan Samsunlu futbolcuyu diyorsun herhalde' diyiverdi. Nasıl lan? Doğru, bir Jovanovski daha vardı. O da Gjorgje (Corce) Jovanovski, 1986-89 arası Samsunspor'da oynadı. Sonra da Zoran Samsun'da top koştururken, kırmızı-beyaz-siyahlıların teknik direktörlüğünü yapan Jovanovski de Gjordje idi.

İnsan dediğin bir seyyah. Vay gidi yıllar...

Yüksek kapasite

FIBA 2010 Dünya Şampiyonası'nı düzenlediğimiz haftalarda ben Amerika Açık ile uğraştığım için şampiyonayı pek takip edemedim. 20 günde izleyebildiğim tek maç gruptaki Türkiye-Yunanistan mücadelesi oldu. Ama şampiyona genelinde şöyle 10-20 dakikalık bölmelerle izlediğim maçlarda özellikle İzmir, Kayseri ve Ankara'da ciddi seyirci sorunu yaşandığını gördüm. Bu konuda da bir kaç yorum okumuştum gazetelerde...

Uluslararası Hentbol Federasyonu, 2013 Dünya Şampiyonası'nın ev sahiplerini 2 Ekim'de açıkladı ve şampiyonayı erkeklerde İspanya'ya, kadınlarda ise Sırbistan'a verdi. İspanya'nın 2013'ün ocak ayında ev sahipliği yapacağı şampiyonanın salonlar ve kapasitelerine bakınız:

Barcelona (Palau Sant Jordi, capacity: 16,500)
Ciudad Real (Quichote Arena, 5,963)
Granollers (Granollers Sport Complex, 5,685)
Madrid (Madrid Arena, 9,894)
Madrid (Community of Madrid Sport Complex, 14,500)
Malaga (Martin Carpena Sport Complex, 12,000)
Sevilla (San Pablo Sport Complex, 9,500)
Valladolid (Pisuerga Sport Pavilion, 6,500)
Zaragoza (Principe Felipe Pavilion, 11,000)

Delirmiş bunlar. 9 salonun toplam kapasitesi 91 bin. Şampiyona tarihinin 2007 Almanya'dan sonra en geniş kapasiteli turnuvası. Yarışır mı, merakımı celbetti doğrusu. İspanya, son dönemlerde spor seyircisi konusunda Almanya'ya en ciddi rakip olan ülke. Hentbolu sevme konusunda da bu iki ülkenin benzeştiğini söyleyebiliriz.

Kadınlarda turnuvanın ev sahipliğini yapacak Sırbistan, Belgrad, Novi Sad, Vrsac ve Niş'te maçları oynatacak ve final maçı 19 bin kişilik Beogradska Arena'da.

Geçen yıl Lanxess Arena'da oynanan 20 bin kişilik Şampiyonlar Ligi finalinden sonra anlaşılan IHF'ye de güven gelmiş. (İyi de birader, orası Köln. Spor diyine 'çamur adam dövüştürsen' izletirsin.)