26 Mart 2010 Cuma

Seri okuma


Geçen iki ayda aynı kulvarda at koşturan üç kitap okudum. Modernizm ve İslam'ın yeri üzerine farklı bakışlar geliştiren, ağırlıkla 11 Eylül sonrası batıda artan İslamofobi ve gelinen noktada İslam Dünyası'nın yanlışları üzerine ilginç bir okuma oldu.

İlk olarak Fransız tarihçi Marc Ferro'nun İslamın Şoku isimli kitabını bitirdim. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında başlayan çözülme ve sonrasında gelen şoklar (bölünme, İsrail'in kuruluşu, Pakistan-Afganistan sorunu) üzerine usta yazar genel bir çerçeve oluştururken, günümüzdeki resmi daha net görmemizi sağlıyor.

İkincisi; Bernard Lewis'in klasikleşen kitabı; İslamın Krizi. Ortadoğu ve İslam uzmanı tarihçi Lewis, 11 Eylül sonrasında bir anlamda 'arabulucu' olarak yazdığı bu kitabında Batı ve İslam arasındaki anlaşmazlıkları 20. yüzyılın önemli olayları eşliğinde günümüze kadar getirmiş ve adım adım 2001'in hazırlaşına kendi penceresinden bakmış. Lewis'in İslam modernleşmesinin başarısızlığı ve Vahhabi öğretisinin İslam'a zararları üzerine çarpıcı tespitleri var.

Son kitap ise, Fransa'da yaşayan Tunuslu yazar Abdelwahab Meddeb'den. İslamın 'krizine' ve sorunlarına içeriden bir bakış atan Meddeb'in tespitleri, diğer iki Batılı yazara göre çok daha keskin ve eleştirel. Müslüman düşünürlerin pek inmediği derinliklerde Meddeb, üzerinde düşünülmesi gereken tezler öne sürüyor.

İlgilenenlere üçlü okuma önerilir.

İslam'ın Şoku, Marc Ferro, İthaki Yayınları, 256 sayfa İslam'ın Krizi, Bernard Lewis, Literatür Yayınları, 140 sayfa İslamın hastalığı, Abdelwahab Meddeb, Metis Yayınları, 200 sayfa

17 Mart 2010 Çarşamba

Ara Güler

Türk modern sanatının büyük ustalarından fotoğrafın duayeni Ara Güler, NTV'deki Günlerin Getirdiği programına konuktu. Mirgün Cabas kenara çekildi; iki yaşlının muhabbetini keyifle izledi. Ara Güler ve yaşıtı Hakkı Devrim'in 'lanlı, oolumlu' sohbeti çok keyifliydi. Aslında Hakkı Devrim, 3 hafta önce 30 yıllık hayat arkadaşını kaybeden Ara Güler'e bu zor durumla ilgili kendi tecrübesini paylaşarak rahatlatmak istemişti. Ama sohbet Necip Fazıl'dan Sunday Times'a çektiği fotoğraflara kadar uzadı gitti. Bu arada süper bir laf etti yine Ara Usta:

- Ahmet Hamdi Tanpınar'ın iki tane resmi var. Ben çektim onları. Her yerde bu resimler kullanılıyor. Ansiklopedilerde, kitaplarda. Çekmesem, Türk edebiyatı yüzsüz kalacaktı!

Program biterken gözleri doldu Ara Güler'in. Daha önce katıldığı bir kaç TV programlarında da dikkatimi çekmişti. Herkesin bir araya gelmede kullandığı kelime, ayrılırken çıktı ağzından: Merhaba!

Sana da Merhaba, kaptan. Bu toprağın kültüre kattıklarından dolayı kocaman bir merhaba.

14 Mart 2010 Pazar

Muhteşem 9: Siyah güzeldir

Çekoslovak e-yazıt'ın yeni tarzı 'Muhteşem 9'a hoşgeldiniz. Bundan böyle, yazıtımızda çeşitli listelere yer vererek sıkıntı içinde geçen günlerinizi renklendirip, aklınıza yeni çelişkiler ve tartışma kutucukları açacağım. İsteyen okur, şak şak alkışlar, dileyen 'çok mal bir seçim olmuş' der. Beni hiç ilgilendirmez (bkz. eski söyleyiş; ırgalamamak).

İlk 'Muhteşem 9' listemizde siyah güzeller yer alıyor. Yandan buyrun.

9 - Rama Yade: Fransız Bakan. 33 yaşında. 'Güzelliğin beş paar etmez' derseğiz, karizması var kendisinin. Sarkozy yavşaa bile göz koydu diyeler.
8 - Halle Berry: Aktris. Aslında sevdiğim bir şahsiyet değildir. Ancak güzelliği yadsınamaz. O yüzden listede...
7 - Alicia Keys: Müzisyen. Şahsımdan 12 gün sonra dünyaya gelmiş, insan nefsini ifsat eden bir yaratık. Şarkıları çok hitap etmese de, müzikal yeteneğini tartışanın alnı karışlanır.
6 - Christine Arron: Atlet. Sevimsiz Fransızların en sevimlisi. Guadeloupe doğumlu Arron, 17 yaşında Fransa'ya geldi ve 1998'de Budapeşte'de 100 metredeki müthiş Avrupa rekorunu kırdı. O gün bugündür gözdelerimdendir. Yaşlanmaz etmez.
5 - Serena Williams: Tenisçi. En önemli tartışma hanımları arasında yer alır. Kendisinin harika bir vücuda sahip olduğunu iddia ettiğimde, araba dolusu hakaret yerken bile yılmadım. Doğruya doğru.
4 - Veronica Campbell: Atlet. Listemizin bir başka çiçeği. İkibinli yılların en iyi sürat koşucularından biri olmanın yanında, gördüğüm en düzgün fiziğe sahip insan evlatlarından biridir.
3 - Damarys Lewis: Model. Bu insan veledinin bahsi geçmişti önceki e-yazıtımda. Bildiğin bisküvidir. Afeti devrandır. Yaşamı boyu modellik yapsa yeridir.
2 - Tyra Banks: Model. Gelmiş geçmiş en güzel siyah model desek? Maymun surat Naomi'den güzel olduğu kesin de o açıdan. Şimdilerde TV programı yapıyormuş. Yıllar çok zalim.
1 - Muriel Hurtis: Atlet. Gerizekalı bir rapçi ile (K-Mel) evlenip adamı hasta etse de, insan bişe diyemiyor zat-ı muhtereme. 1.80'e 68'lik boyutlarındaki pürüzsüz güzelliği sınırları zorluyor.

Garcia Usta

Yüzyılın en büyük birkaç romancısı arasında saydığım büyük Kolombiyalı Gabriel Garcia Marquez ustanın bir kitabını daha bitirdim. Türkçede neredeyse yazarla özdeleşleşen (toplam 17 kitabını basmışlar) Can Yayınları'ndan çıkan On İki Gezici Öykü isimli 180 sayfalık kitabından bahsedeyim sizlere.

Bundan 13 yıl önce okuduğum Kırmızı Pazartesi ile tanıştığım bu büyük yazar, ilk Türkçe basımı 1993'te yapılan kitabında bizleri büyülü dünyasına götürüyor. Gerçeküstü gibi görünen, ama hayatın mucizelerinden başka bir şey olmayan birikimleri olağandışı anlatımıyla betimleyen Garcia Usta'yı 7.0 şiddetinde tavsiye ederim. Benim gibi kurgu yazından çok da hazzetmeyen birini bile merakla peşinden sürükleyen bu özel yazar, liselerde mutlaka okutulmalı. Mutlaka.

Kitapta, kendine 'hiçbir zaman deniz sularının altında kalmayacak' mezar satın alan ve yetmişbeşinde bile erkekleri etkileyen fahişe Maria dos Prazeres'in hikayesi ağzınızı açık bırakıyor. Tabii ışıkta yüzdürdükleri sandallarıyla bir faciaya yol açan çocuklar da aynı şekilde.

On İki Gezici Öykü kitabının, İspanyolcanın Türkiye'deki en yetkin ismi olan İnci Kut tarafından çevrildiğini de ekleyelim.

Espritüel şoför

Belediye otobüsü şoförlerine zaman zaman hayret etmeme sebep oluyorlar. Çoğunlukla sabır taşlarının kırılmazlığından dolayı, pek azında ise 'yaşam belirtisi' gösterdikleri için... Dünyanın en piç trafik akışı içindeki sövgülü ortamda sağdan sola kaykılarak çile doldururken, akşam eve bir derviş olarak döndüklerine şüphe yok.

13 Mart 2010, öğle saatleri. 4 Levent'ten Kabataş'a giden bir özel halk otobüsüne bindim. Öndeki birikinti, arkaya ilerlemeyi kesiyor her zaman olduğu gibi. Levent durağında otobüse yeni binenler olunca, şoförden duymaya alışık olmadığımız bir cümle çıkıveriyor: 'Arka taraf da aynı yere gidiyor arkadaşlar. İlerleyelim.'

Vay vaaaay. Şoföre bak.

7 Mart 2010 Pazar

1950'den bir televizyon analizi

13 Aralık 1950'de Milliyet gazetesinin üçüncü sayfasında spor yayıncılığı üzerine bir analiz... Muhtemelen çeviri bu yazı; imzası bulunmuyor. Üşenmeyip, aynen buraya aktardım. Türkiye'de TV yayınları başlamadan 19 yıl önce yazılmış olmasına özellikle dikkat çekiyorum. Henüz kimsede TV yok Türkiye'de. Üzerinden 60 yıl geçmiş olmasına karşın hala içindeki bazı tartışmalar güncel...

Spor aleminde Televizyonun Rolü
Spor teşkilatçılarının yeni rakibi: Televizyon

Spor olaylarının televizyonda gösterilip gösterilmemesi bir çok memlekette spor organizatörlerini ilgilendiren bir mesela halini almıştır. Büyük Britanyada televizyon abonelerinin sayısı halem yarım milyonu aşmış bulunduğu cihetle mesele büsbütün acil bir durum kespetmiştir. Beher televizyon cihazının her programı yayınlayışında başında vasati olarak iki seyirci bulunduğu hesaplanacak olursa, memlekette televizyonla yayınlanan bir spor olayını en az bir milyon kişi stada veya kapalı salona girmeden seyrediyor demektir.

Şimdiye kadar Büyük Britanya ve Birleşik Amerikada edinilen tecrübeye müsteniden yeni bir televizyon seyircisinin bir müddet için makinesinin başından ayırmak hemen hemen imkansız bir hal almaktadır. Seyirci televizyona ilk zamanlarda son derece merak salmaktadır. Nazarında, televizyon cihazı şimdiye kadar eline geçen oyuncakların en hraikuladesidir. 6 ay veya bir sene müddetle bu sihirli aynanın adeta esiri olmaktadır.

Ayrıca tecrübe ve istatistiklerle şu cihet de sabit olunmuştur ki, halk arasında en fazla tutulan sporların televizyonda gösterilmesi pek o kadar hararetle karşılanmamaktadır. İngiltere futbol ligi öteden beri ve daima radyo ile yayınlanmasına karşın müteyakkız davranmıştır. Halkın, radyo başında büyük bir maçı dinlemeği belki de tercih ederek tali maçlara gitmiyeceği düşünülmüştür. Bu itibarla futbol ligi şimdi televizyonu da yasak etmiş bulunmaktadır. Aynı tarzda, televizyona hiçbir zaman taraftarlık göstermemiş olan meşhur İngiliz boks orgaizatörü Jack Solomons da, Joe Louis-Azzard Charles maçını görüp Amerika'dan döndükten sonra tertiplediği boks maçlarının asla televizyondan yayınlanmasına müsade etmemeyi kesin olarak kararlaştırmıştır. Zira Louis-Charles maçı mali bakımdan fiyasko ile neticelenmiş, elde edilen hasılat son derece düşük olmuş, radyo ve televizyon haklarına mukabil organizatörlere verilen para dahi ziyanı telafiye lafi gelmemiştir.

Buna mukabil kriket ve tenis gibi sporları idare eden makamlar, sporun bu şubelerine yeni meraklılar kazandırmak bahsinde televizyonun kıymetini müdrik olup büyük maçların televizyonda gösterilmesine müsaade etmişlerdir. Tali denilen bu spor şubeleri mümkün olduğu kadar fazla alaka toplamak peşindedir.


Bu arada organizatörlerle televizyon arasındaki savaş da bütün şiddetiyle devamdadır. Bundan birkaç ay evvel İngilterede spor organizatörlerinin birçokları, halka arzettikleri temaşa için 'Copyright' temin edene kadar televizyonu tamamiyla yasak etmek tehdidinde bulunmuşlardır. Şimdi mesele, ilgili teşekküllerin temsilcilerinden müteşekkil ve P.T.T Umum Müdürlüğüne bağlı bir komisyon tarafından incelenmektedir. Amerikada da geçenlerde bu mesele incelenmiş ve enteresan bir netice elde edilmiştir. Televizyon meraklıları, bu meraklarının ilk devresi zarfında makinelerinin başından ayrılmamakta olup, spor olaylarının hasılatı kesin olarak düşmektedir. Fakat bir müddet sonra televizyon izleyicisi, devamlı olarak seyrettiği o spora karşı merak sarmakta olup, artık televizyon vasıtasiyle veya ikinci elden seyriyle iktifa etmemektedir. Yani televizyon seyircisinin ilgisini kamçıladığı gibi o zamana kadar kendisi için meçhul teknik noktaları da seyirciye öğretmiş olmaktadır. Seyirci artık merak saldığı sporun gölgesinden ziyade hakiki ve canlı cereyan tarzını görmek istemektedir.

Büyük Britanyada da cereyan seyri takip etmektedir. Televizyon sayesinde bir çok kimse sporun muhtelif şubelerine karşı daha yakından ilgilenmekte ve bu sporu daha iyi anlamaktadır. Diğer taraftan son yıllar zarfında spor olaylarının televizyonda yayınlanma tarzında da en esaslı terakkiler kaydedilmiştir. Bir çok kimse de bazı spor oyunlarını bu sayede ilk defa olarak görmektedir. Futbol ve kriket filhakika İngilterede en geniş ölçüde tammüm etmiş olmakla beraber, şimdi bunun üstüne hokey, pist üstünde motosiklet yarışları, ping pong gibi sporlar da televizyon yayınlarında geniş ölçüde yer almakta ve ilgi uyandırmaktadır.

Dönmeyenler

TRT Türk'ün izlenesi programlarına bir ek daha... Yurtdışına çıkıp geriye dönmeyen, gittiği ülkeye demir atanların hikayesi: Dönmeyenler.

Son bölümde Buenos Aires'e yerleşmiş Bakırköylü Onnik ve Osa Naratyan'ın hikayesini izledik. Özenle hazırlanmış, özgün bir yapım. Yönetmen Mehmet Taşdiken, bu çalışmasından dolayı büyük bir tebriği hak ediyor.

Dönmeyenler
TRT Türk
Cumartesi: 15.15 - Pazar: 11.30

Genç kız Atatürkçülüğü


NTV'de Gülay Afşar'a çemkirdi sabahın köründe, saygı duyduğum sanatçı Zülfü Livaneli. Afşar, konuğunu telefonla yayına aldığı programda, gösterime giren Veda filmiyle ilgili bir iki eleştiri olduğunu, bu konudaki fikirlerini ve ilk hafta sonrasında nasıl olumlu/olumsuz geri dönüşler aldığını öğrenmek için yayına aldı konuğunu. Livaneli, sonrasında iş tatlıya bağlansa da, beklenmedik bir tepkiyle girdi konuya: 'Siz izlediniz mi filmi? İzlemeden neden soruyorsunuz? Ben beklerdim ki, sekiz ayrı yerinde ayakta alkışlanan ve insanların ağlayarak çıktığı ilk film olarak giriş yapsaydınız programa. Eleştiriliyor diye değil...'

Henüz izlemediğim film ile ilgili değil yazacaklarım. Ama girişteki mevzu ile dirsek teması olduğu için aldım buraya.

Daha önce de yazmıştım, Atatürk hakkında adam gibi tek bir film yapılmamış bir ülkenin garipliğinden. Nihayet yeni yeni bir hareketlenme oldu da, filmler başladı. Önümüzdeki dönemde Atatürk'ün hayatına eğilen farklı bakış açılarına sahip bir kaç tane daha film yapılmasını umalım. Kabul etmek lazım ki bu, sinema fikriyatı açısından çok önemli bir eksiklikti bugüne kadar. Sebepleri büyük oranda tutucu devlet otoritesinin 'elletmezliğiyle' bağlantılı görünse de.

Livaneli'nin duygu yoğun bir film yaptığı ve gidenlerin de Atatürk hakkında dolu dolu 'duygu' bekledikleri muhakkak. Filme Atatürk'e sempatik duygular beslemeyen kimselerin girmeyeceğinden dolayı, film çıkışında sular seller manzarası görmek çok normal. Bu, olağanüstü bir film ile karşı karşıya olduğumuz tezine götürmez bizi.

15-25 yaş arası genç kızlarda, din eğitimi metodlarıyla aldıkları tarih dersleri yüzünden çok belirgin olan 'tekçi damar', bu filmin gişesine büyük etki yapar. Facebook'a hayran kişisi olarak 'yalnızca' Atatürk'ü ekleyebilen, 'Atatürk'ü 20. yüzyılın en büyük insanı' seçen kampanya dışında sosyal oylama yapamayan, İnkılap tarihi dersinin resmi bilgileri bir kenara, konuyla ilgili araştırma yapacak kadar minik bir birikimi dahi olmayan içi hayli boş bir 'genç kız Atatürkçülüğü'dür bu. Mustafa Kemal Atatürk'ü anlayıp, üzerine perspektif oluşturup düşünebilmek yerine, bir tapınma eyleminden ibarettir.

Kızlarda diyorum; çünkü özdeşleştirme çok daha sıkı oluşuyor bu kardeşlerimizde. Ulu Önder, aynı zamanda bir baba, bir ideal erkek tipi olarak vücut buluyor zihinlerinde belki de. Erkek öğrencilerde daha sağlıklı bir sevgi/saygı gözlemleyebiliyorum Atatürk'e karşı.

1 Mart 2010 Pazartesi

Bay Ucsette...


Şu aralar iki tane kitap hazırlığım olduğu için sürekli olarak boş vakitlerimde eski gazete sayfalarındayım. Meraklısı için tam bir okyanus. Her çevrilen sayfada incelemeye değer onlarca veri bulabilirsiniz. Ama ne yazık ki gün 24 saat ve yaşama da vakit ayırmanız gerekiyor. İş-güç olmasa günde 16 saat içinde gezinebilirim. O kadar enteresan şu insan evladının yaptıkları...

Çok süper bir kupür daha buldum. 1963'te ilk kez ABD'ye giden efsanevi Türk tenisçisi Nazmi Bari, Forest Hills'te (o zaman Amerika Açık da aynı kulüpte yapılıyor. Ama bu turnuvadan önce oynadığı bir maç bu...) bir turnuva oynuyor. Amerikalı Brown diye birine yenilmiş. O adam da büyük ihtimal Bailey Brown. Ama İskender Songur'un binbir güçlükle geçtiği haberde işler karışmış. Sayfayı dizen saygıdeğer abimiz, 'üç sette yenildi ibaresini' herifin soyadı yapmış. Dolayısıyla Bari, Brown Ucsette'ye mağlup olmuş!